Felsefe Tarihinde Türkler
F3do :: Atatürk Ve Tarih :: Felsefe
1 sayfadaki 1 sayfası
Felsefe Tarihinde Türkler
Ünlü Felsefe Tarihçisi Ernst Von Aster anlatıyor:
Her birey ve her millet için, kendi milli tarihi ve eserleri hakkında
kendi kendini sorgulamak ve geçmiş zaferlerin defne dalları üzerinde
istirahata koyulmayıp, başarılarını yeni çalışmalara çıkış noktası
yapmak ihtiyacı duydugu bir zaman gelir. Her millet, çalışmalarında ilk
önce kendisine karşı ve sonra tabiatın ve talihin kendisine faydalı
olması gereken bir unsur olarak içine yerleştirdigi bütüne, yani
devlete ve insanlıga karşı sorumludur. İşte Türk Milleti, tarihinin
vâdlerle dolu bir dönemine girdigi önemli bir anda, kendisine düşen
vazifeleri şimdiye kadar nasıl başardıgını, benligine has bir milli
kültürün yaratılmasında ne gibi aşamalardan geçtigini ve dünya
kültürüne ne gibi yardımlarda bulundugunu haklı olarak kendi kendisine
sormalıdır. Burada, Türklerin, felsefe tarihindeki payından bahsetmekle
bu sorunun ufak bir parçasını düşünmüş olacagım. Fakat şunu da
unutmayalım ki, felsefe tarihi, yani kâinatın özü ile insan hayatının
manâsına dair olan ebedi mesele etrafında insanların ileri sürdükleri
fikirlerin tarihi, insan kültürü tarihinin bir kısmıdır.
Sözlerime,
şu olguya işaretle başlıyorum. Batı felsefesinin başlangıçları
gözümüzün önünde ilk defa olarak Küçük Asya sahillerindeki eski
beldelerde, yani bugün Türk Devletinin nüvesine ait olan bir cografyada
belirmektedir. Burada yaşamış olan ilk ve en eski tabiat
feylesoflarının kökenleri hakkında pek az şey biliyoruz; mamafih,
meselâ bir Thales’in kaynagının hiç olmazsa kısmen olsun Karya’da ve
binaenaleyh Anadolu’nun içinde bulundugu muhtemeldir. Fakat şu nokta
bizim için daha önemlidir. İyonya düşünürlerinin toplu ve bütünlükçü
bir dünya imajı kurmak hususundaki teşebbüslerinde gökteki cisimler
aleminin büyük bir yol oynamış oldugunu biliyoruz. Daha evvel gelen
Sümerlerin ve Babillilerin, asırlarca süren çalışmalar neticesinde elde
etmiş oldukları gözlem ve bilgilerin teşkil ettigi o fevkalâde mühim
kültür mirası İyonyalılara intikal etmemiş olsaydı, bunlar hiç bir
zaman astronomik tasavvurlarını kuramayacaklardı. Sümerlerle Türk
Milleti arasındaki -Preistuvarcılarınızın başlıca çalışma mevzularından
birini teşkil eden.sıkı münasebeti dogru ve hakiki bir olgu olarak
kabul edelim;o zaman burada preistorik atalarımızdan fışkıran bir
bilgi kaynagının Batı felsefesi başlangıçlarına kadar akıp geldigini görüyoruz.
Fikirler, düşünceler, düşünülür, bulunur, keşfolunurlar. belli
milletlerde, belli zamanlarda baş gösterirler. Fakat bunlar münhasıran
bir bireye, yahut bir tek millete ait şeyler degillerdir. Düşünme,
biyo-psikolojik bir olaydır. Düşünülen şey, yani fikir ise zamanın
dışında bulunan entellektüel bir varlıktır. Fikirler hakikatlerden
ibarettir. Hakikat belli bir insan, yahut belli bir
millet için
muteber degil, genel olarak muteberdir. Bir ferdin, yahut bir milletin
buldugu bir fikir, bir hakikat, insaniyete bir armagandır. Bunun için
başka taraftan alınmış olan hakikatlerden ibaret bir tefekkür
hazinesini muhafaza etmek vazifesi, yenilerini bulmaktan daha önemsiz
bir görev degildir bilgi kaynagının Batı felsefesi başlangıçlarına
kadar akıp geldigini görüyoruz.
Fikirler, düşünceler, düşünülür,
bulunur, keşfolunurlar. belli milletlerde, belli zamanlarda baş
gösterirler. Fakat bunlar münhasıran bir bireye, yahut bir tek millete
ait şeyler degillerdir. Düşünme, biyo-psikolojik bir olaydır. Düşünülen
şey, yani fikir ise zamanın dışında bulunan entellektüel bir varlıktır.
Fikirler hakikatlerden ibarettir. Hakikat belli bir insan, yahut belli
bir millet için muteber degil, genel olarak muteberdir. Bir ferdin,
yahut bir milletin buldugu bir fikir, bir hakikat, insaniyete bir
armagandır. Bunun için başka taraftan alınmış olan hakikatlerden ibaret
bir tefekkür hazinesini muhafaza etmek vazifesi, yenilerini bulmaktan
daha önemsiz bir görev degildir.
Bu kanaatle; felsefe tarihinin
Türk Milletine ait kuvvetli şahsiyetler yetiştigi bir dönemde en büyük
açıklıkla ifade olunmuştur. Dogu Ortaçag felsefesini kasdediyorum. Bu
zamanlarda Türk Milletine mensup yüksek zekâlara rastgeliyoruz; hepsini
kısa bir konferansta saymaya imkân olmadıgından, en önemlileri olan
Farabi ile İbni Sina’yı irdelemekle yetinecegim.
Ortaçag
Felsefesinin bütünü hakkında –Rönesans ve aydınlanma dönemlerinin
etkisi altında- olumsuz hükümler vermek ve onu, düşünüşün tükenişi ve
düşünüşte kısırlık olarak görmek adetinin hakim oldugu zaman henüz uzak
bir maziye karışmış degildir. Orijinallikten yoksunluk, otoriteye iman,
teoloji ve taassuba baglılık, gözlem ve deneye dayanan bir tabiat
ilminin mevcut olmaması... İşte bütün bunlar bu döneme karşı ileri
sürülen suçlamalardı. Biz bugün artık Ortaçag Felsefesini başka açıdan
görmeyi ve hakkında daha adil bir hüküm vermeyi ögrendik. Eflâtun’la
Aristo’nun eserlerinin felsefeye sokulmasının, felsefe bakımından büyük
bir iş oldugunu artık biliyoruz. Ortaçagın mahiyet itibariyle büsbütün
başka türden orup devletle toplumu tamamen degiştirmiş olan dini dünya
görüşünü İlkçag felsefesi ile birleştirmenin ne kadar bagımsız bir iş
oldugunu görüyoruz. Ortaçag düşünce âleminin yeni zamanların ta
içlerine kadar tesirler yaptıgını ve izler bıraktıgını, ve bir
Descartes’ın bir Spinoza’nın ve bir Leibniz’in evvelce zannedildiginden
çok fazla ölçüde Ortaçag tesiri altında olduklarını, Roger Bacon’nun
tabiat araştırmasına temel olarak deneyi gösterdigi vakit, Ortaçaga ait
bir takım eskilere dayandıgını biliyoruz ki dogmanın ve mukaddes
kitapların metinleri ile çelişik olmamak mecburiyeti, Ortaçag
düşünürlerini, çok defa felsefi düşünmeyi daraltmaktan ziyade dini
eserlerin gayet geniş ve sembolik bir şekilde tefsirine yöneltmiştir.
Bu sözün, Ortaçagın bilhassa İslâm düşünce çevresi ve bu çevre içinde
de bilhassa Dogu kısmı için, yani şimdi irdelemek istedigim zaman ve
şahsiyetler için dogrudur. 8. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar geçen uzun
zaman bu düşünürlerin, Batıdaki şahsiyetlere nazaran hem felsefe, hem
tabiat ilimlerinde –ve tıp ile matematik- hakim mevkide bulundukları
şüphe götürmeyen bir gerçektir..
Her birey ve her millet için, kendi milli tarihi ve eserleri hakkında
kendi kendini sorgulamak ve geçmiş zaferlerin defne dalları üzerinde
istirahata koyulmayıp, başarılarını yeni çalışmalara çıkış noktası
yapmak ihtiyacı duydugu bir zaman gelir. Her millet, çalışmalarında ilk
önce kendisine karşı ve sonra tabiatın ve talihin kendisine faydalı
olması gereken bir unsur olarak içine yerleştirdigi bütüne, yani
devlete ve insanlıga karşı sorumludur. İşte Türk Milleti, tarihinin
vâdlerle dolu bir dönemine girdigi önemli bir anda, kendisine düşen
vazifeleri şimdiye kadar nasıl başardıgını, benligine has bir milli
kültürün yaratılmasında ne gibi aşamalardan geçtigini ve dünya
kültürüne ne gibi yardımlarda bulundugunu haklı olarak kendi kendisine
sormalıdır. Burada, Türklerin, felsefe tarihindeki payından bahsetmekle
bu sorunun ufak bir parçasını düşünmüş olacagım. Fakat şunu da
unutmayalım ki, felsefe tarihi, yani kâinatın özü ile insan hayatının
manâsına dair olan ebedi mesele etrafında insanların ileri sürdükleri
fikirlerin tarihi, insan kültürü tarihinin bir kısmıdır.
Sözlerime,
şu olguya işaretle başlıyorum. Batı felsefesinin başlangıçları
gözümüzün önünde ilk defa olarak Küçük Asya sahillerindeki eski
beldelerde, yani bugün Türk Devletinin nüvesine ait olan bir cografyada
belirmektedir. Burada yaşamış olan ilk ve en eski tabiat
feylesoflarının kökenleri hakkında pek az şey biliyoruz; mamafih,
meselâ bir Thales’in kaynagının hiç olmazsa kısmen olsun Karya’da ve
binaenaleyh Anadolu’nun içinde bulundugu muhtemeldir. Fakat şu nokta
bizim için daha önemlidir. İyonya düşünürlerinin toplu ve bütünlükçü
bir dünya imajı kurmak hususundaki teşebbüslerinde gökteki cisimler
aleminin büyük bir yol oynamış oldugunu biliyoruz. Daha evvel gelen
Sümerlerin ve Babillilerin, asırlarca süren çalışmalar neticesinde elde
etmiş oldukları gözlem ve bilgilerin teşkil ettigi o fevkalâde mühim
kültür mirası İyonyalılara intikal etmemiş olsaydı, bunlar hiç bir
zaman astronomik tasavvurlarını kuramayacaklardı. Sümerlerle Türk
Milleti arasındaki -Preistuvarcılarınızın başlıca çalışma mevzularından
birini teşkil eden.sıkı münasebeti dogru ve hakiki bir olgu olarak
kabul edelim;o zaman burada preistorik atalarımızdan fışkıran bir
bilgi kaynagının Batı felsefesi başlangıçlarına kadar akıp geldigini görüyoruz.
Fikirler, düşünceler, düşünülür, bulunur, keşfolunurlar. belli
milletlerde, belli zamanlarda baş gösterirler. Fakat bunlar münhasıran
bir bireye, yahut bir tek millete ait şeyler degillerdir. Düşünme,
biyo-psikolojik bir olaydır. Düşünülen şey, yani fikir ise zamanın
dışında bulunan entellektüel bir varlıktır. Fikirler hakikatlerden
ibarettir. Hakikat belli bir insan, yahut belli bir
millet için
muteber degil, genel olarak muteberdir. Bir ferdin, yahut bir milletin
buldugu bir fikir, bir hakikat, insaniyete bir armagandır. Bunun için
başka taraftan alınmış olan hakikatlerden ibaret bir tefekkür
hazinesini muhafaza etmek vazifesi, yenilerini bulmaktan daha önemsiz
bir görev degildir bilgi kaynagının Batı felsefesi başlangıçlarına
kadar akıp geldigini görüyoruz.
Fikirler, düşünceler, düşünülür,
bulunur, keşfolunurlar. belli milletlerde, belli zamanlarda baş
gösterirler. Fakat bunlar münhasıran bir bireye, yahut bir tek millete
ait şeyler degillerdir. Düşünme, biyo-psikolojik bir olaydır. Düşünülen
şey, yani fikir ise zamanın dışında bulunan entellektüel bir varlıktır.
Fikirler hakikatlerden ibarettir. Hakikat belli bir insan, yahut belli
bir millet için muteber degil, genel olarak muteberdir. Bir ferdin,
yahut bir milletin buldugu bir fikir, bir hakikat, insaniyete bir
armagandır. Bunun için başka taraftan alınmış olan hakikatlerden ibaret
bir tefekkür hazinesini muhafaza etmek vazifesi, yenilerini bulmaktan
daha önemsiz bir görev degildir.
Bu kanaatle; felsefe tarihinin
Türk Milletine ait kuvvetli şahsiyetler yetiştigi bir dönemde en büyük
açıklıkla ifade olunmuştur. Dogu Ortaçag felsefesini kasdediyorum. Bu
zamanlarda Türk Milletine mensup yüksek zekâlara rastgeliyoruz; hepsini
kısa bir konferansta saymaya imkân olmadıgından, en önemlileri olan
Farabi ile İbni Sina’yı irdelemekle yetinecegim.
Ortaçag
Felsefesinin bütünü hakkında –Rönesans ve aydınlanma dönemlerinin
etkisi altında- olumsuz hükümler vermek ve onu, düşünüşün tükenişi ve
düşünüşte kısırlık olarak görmek adetinin hakim oldugu zaman henüz uzak
bir maziye karışmış degildir. Orijinallikten yoksunluk, otoriteye iman,
teoloji ve taassuba baglılık, gözlem ve deneye dayanan bir tabiat
ilminin mevcut olmaması... İşte bütün bunlar bu döneme karşı ileri
sürülen suçlamalardı. Biz bugün artık Ortaçag Felsefesini başka açıdan
görmeyi ve hakkında daha adil bir hüküm vermeyi ögrendik. Eflâtun’la
Aristo’nun eserlerinin felsefeye sokulmasının, felsefe bakımından büyük
bir iş oldugunu artık biliyoruz. Ortaçagın mahiyet itibariyle büsbütün
başka türden orup devletle toplumu tamamen degiştirmiş olan dini dünya
görüşünü İlkçag felsefesi ile birleştirmenin ne kadar bagımsız bir iş
oldugunu görüyoruz. Ortaçag düşünce âleminin yeni zamanların ta
içlerine kadar tesirler yaptıgını ve izler bıraktıgını, ve bir
Descartes’ın bir Spinoza’nın ve bir Leibniz’in evvelce zannedildiginden
çok fazla ölçüde Ortaçag tesiri altında olduklarını, Roger Bacon’nun
tabiat araştırmasına temel olarak deneyi gösterdigi vakit, Ortaçaga ait
bir takım eskilere dayandıgını biliyoruz ki dogmanın ve mukaddes
kitapların metinleri ile çelişik olmamak mecburiyeti, Ortaçag
düşünürlerini, çok defa felsefi düşünmeyi daraltmaktan ziyade dini
eserlerin gayet geniş ve sembolik bir şekilde tefsirine yöneltmiştir.
Bu sözün, Ortaçagın bilhassa İslâm düşünce çevresi ve bu çevre içinde
de bilhassa Dogu kısmı için, yani şimdi irdelemek istedigim zaman ve
şahsiyetler için dogrudur. 8. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar geçen uzun
zaman bu düşünürlerin, Batıdaki şahsiyetlere nazaran hem felsefe, hem
tabiat ilimlerinde –ve tıp ile matematik- hakim mevkide bulundukları
şüphe götürmeyen bir gerçektir..
F3do :: Atatürk Ve Tarih :: Felsefe
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz