Felsefe Tarihi
2 posters
F3do :: Atatürk Ve Tarih :: Felsefe
1 sayfadaki 1 sayfası
Felsefe Tarihi
İLKÇAĞ FELSEFESİ
M.Ö. 7. yüzyılın sonundan başlayıp, M. S. 2. yüzyıla dek süren dönemin felsefesidir.
ilkçağ felsefesi, mitolojiden ya da çoktanrılı dinden kopuş ve doğal
olayların yine doğal nedenlerle açıklanması gerektiği inancıyla
başlamıştır.
En seçkin temsilcileri arasında Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi
büyük filozofların bulunduğu ilkçağ felsefesinde, bilimle felsefe hep
bir arada olmuş, başlangıçta doğa felsefesi ön plandayken, sonlara
doğru pratik felsefe ağırlık kazanmıştır.
GENEL ÖZELLİKLERİ
İlk döneminde Yunan felsefesi hemen hemen bütünüyle dış doğaya, cisimlerin dünyasına yönelmiş olan bir doğa felsefesidir.
Bundan sonra insana karşı uyanan ilgi klasik dönemin geniş sistemlerine
yol açmıştır. Bu sistemlerde Tanrı, insan ve doğa, bir düşünce
bağlantısı içinde kavranmak istenmiştir.
Sistemli bağımsız ve kişiseldir
inanca ve sezgiye değil akla dayalıdır.
Mitolojiye çoktanrıcılığa tepkiyi dile getirir
Görünüşün,çokluğun,ilişkilerin,oluşların ardındaki değişmez olanı arar.Bunada birlik adını verirler.
Aristoteles’in kendi felsefesiyle okulunda gelişen ve biriken çok
zengin bilgi kadrosu, tek tek bilimlerin bağımsızlığına her bilgi kolu
üzerinde ayrıca çalışmalara yol açmıştır. Bundan sonra, her şeyi, bütün
konuları içine almak isteyen bir sistem yerine: aralarında gittikçe
ayrımlaşan bilimlerin bir karmaşası geçmiştir. Felsefe kendini bu
bağlantıdan ayırmış, onun payına dünya ve hayat görüşleriyle ilgili
genel sorunlarla uğraşmak düşmüştür.
Hellenistik Felsefe
Kent devletinin sona erdiği M.Ö. 323 yılıyla Hellenistik çağın son
büyük imparatorluğunun Roma’nın bir parçası olduğu M.Ö. 30 yılı
arasındaki dönemin felsefesine verilen ad.
Bu dönemde yer alan dört büyük felsefe okulu sırasıyla, Akademi,
Peripatetik okul, Epikürosçu ve Stoacı okuldur. Bu dört okuldan, hazcı
ahlâkı ve Tanrı’nın evrene müdahalesini reddeden varlık görüşüyle
Epiküros felsefesi, daha ağır basan ve döneªme çok büyük ölçüde
damgasını vuran felsefe olmuştur. Amaçlı bir evren anlayışıyla en
yüksek insani iyi olarak, aklın doğru ve yerinde faaliyetine duyulan
inanç ise, en güçlü ifadesini Stoacılarda bulmuştur. Stoacıların
görüşlerinde somutlaşan bu amaçlı evren görüşü, son çözümlemede
Sokrates’ten miras alınan bir görüş olarak Epiküros’un varlık görüşüyle
karşıtlık içindedir.
Bu dönemde ortaya çıkan başka bir felsefe okulu da, dogmatik oldukları
gerekçesiyle tüm felsefelere ve özellikle de Stoacı felseªfeye
gösterilen tepkiyle seçkinleşen, kuşkuculuk olmuştur. Nihayet dönemin
sonlarına doğru, Poseidoinos Panaetios ve Antiokhos, Stoa felsefesini
Platon ve Aristotelesçi öğretilerle birleştirmeye çalışmıştır.
GENEL ÖZELLİKLERİ
Hellenistik felsefenin en önemli özelliği, bu felsefenin konularını
mantık fizik ve etik şeklinde düzenlemesidir. Mantık, Aristoteles’ten
miras alınan bir tavırla, bilgi teorisini de kapsayacak şekilde, doğru
bilgiye ulaşmanın yöntemi ve felsefenin vazgeçilmez aracı olarak
görülmüştür. Nitekim, bu anlayışın bir sonucu olarak, özellikle
Stoacılar mantık alanına çok önemli katkılar yapmışlardır. Aynı
şekilde, fizik de arka planda kalıp, yalnızca etik için bir temel ve
hazırlık olma fonksiyonunu yerine getirmiştir. Bundan dolayı, bu
dönemde filozoflar, fizik ya da varlık alanında yeni teoriler
geliştirmek yerine, Sokrates öncesi doğa filozoflarının görüşlerini
aynen benimsemişlerdir. Bu bağlamda, Stoalıların Herakleitos’un
fiziğiªni Epiküros’un ise Demokritosun atomcu görüşünü pek büyük bir
değişiklik yapmadan benimsediğini söylemekte yarar vardır.
Hellenistik felsefede ön plana çıkan çalışma alanı ya da disiplin, etik
olmuştur. Bunun nedeni, bireyin amacına ulaştığı, iyi bir yaşam
sürdüğü, kendisini her bakımdan evinde gibi hissettiği kent devletinin
yıkılması, kent devletinin yerini alan imparatorlukla birlikte, bilinen
dünyanın sınırlarının genişlemesi ve bireylerin kaçınılmaz bir biçimde
dünyaya topluma ve kendilerine yabancılaşması, yalnız ve başıboş
kalmasıdır.
Böylesi bir toplum düzeninde, felsefeden beklenebilecek tek şey,
ilgisini birey üzerinde yoğunlaştırması, bireyin felsefeden bekªlediği
yol göstericilik görevini yerine getirmesidir. Bu dönemde, felsefenin
herkesçe kabul görmüş amacı, insanı mutlu bir yaşama ulaştırmak, bireye
güven ve bilgelik kazandırarak, onun yaşadığı yabancılaşma ve yolunu
kaybetmişlik duygusunu aşmasını sağlamaktır. İşte bundan dolayı,
Hellenistik dönemin en. büyük ve en önemli iki sistemi olan
Epikürosçulukla Stoacılık kişisel bir ahlâk üzerinde yoğunlaşmışlar,
siyasi ya da toplumsal düzenle ilgili problemlere pek az önem
vermişlerdir. Bir tinsel bağımsızlık ve kendi kendine yetme idealini ön
plana çıkartan iki akımın da ahlâkı, fiziklerinin katkısız
materyalizmini yansıtacak şekilde doğalcı ve ‘bu dünyacı’, yani içinde
yaşadıªğımız dünyayla, bu dünyadaki yaşam ve değeri temele alan bir
ahlâk anlayışıdır.
M.Ö. 7. yüzyılın sonundan başlayıp, M. S. 2. yüzyıla dek süren dönemin felsefesidir.
ilkçağ felsefesi, mitolojiden ya da çoktanrılı dinden kopuş ve doğal
olayların yine doğal nedenlerle açıklanması gerektiği inancıyla
başlamıştır.
En seçkin temsilcileri arasında Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi
büyük filozofların bulunduğu ilkçağ felsefesinde, bilimle felsefe hep
bir arada olmuş, başlangıçta doğa felsefesi ön plandayken, sonlara
doğru pratik felsefe ağırlık kazanmıştır.
GENEL ÖZELLİKLERİ
İlk döneminde Yunan felsefesi hemen hemen bütünüyle dış doğaya, cisimlerin dünyasına yönelmiş olan bir doğa felsefesidir.
Bundan sonra insana karşı uyanan ilgi klasik dönemin geniş sistemlerine
yol açmıştır. Bu sistemlerde Tanrı, insan ve doğa, bir düşünce
bağlantısı içinde kavranmak istenmiştir.
Sistemli bağımsız ve kişiseldir
inanca ve sezgiye değil akla dayalıdır.
Mitolojiye çoktanrıcılığa tepkiyi dile getirir
Görünüşün,çokluğun,ilişkilerin,oluşların ardındaki değişmez olanı arar.Bunada birlik adını verirler.
Aristoteles’in kendi felsefesiyle okulunda gelişen ve biriken çok
zengin bilgi kadrosu, tek tek bilimlerin bağımsızlığına her bilgi kolu
üzerinde ayrıca çalışmalara yol açmıştır. Bundan sonra, her şeyi, bütün
konuları içine almak isteyen bir sistem yerine: aralarında gittikçe
ayrımlaşan bilimlerin bir karmaşası geçmiştir. Felsefe kendini bu
bağlantıdan ayırmış, onun payına dünya ve hayat görüşleriyle ilgili
genel sorunlarla uğraşmak düşmüştür.
Hellenistik Felsefe
Kent devletinin sona erdiği M.Ö. 323 yılıyla Hellenistik çağın son
büyük imparatorluğunun Roma’nın bir parçası olduğu M.Ö. 30 yılı
arasındaki dönemin felsefesine verilen ad.
Bu dönemde yer alan dört büyük felsefe okulu sırasıyla, Akademi,
Peripatetik okul, Epikürosçu ve Stoacı okuldur. Bu dört okuldan, hazcı
ahlâkı ve Tanrı’nın evrene müdahalesini reddeden varlık görüşüyle
Epiküros felsefesi, daha ağır basan ve döneªme çok büyük ölçüde
damgasını vuran felsefe olmuştur. Amaçlı bir evren anlayışıyla en
yüksek insani iyi olarak, aklın doğru ve yerinde faaliyetine duyulan
inanç ise, en güçlü ifadesini Stoacılarda bulmuştur. Stoacıların
görüşlerinde somutlaşan bu amaçlı evren görüşü, son çözümlemede
Sokrates’ten miras alınan bir görüş olarak Epiküros’un varlık görüşüyle
karşıtlık içindedir.
Bu dönemde ortaya çıkan başka bir felsefe okulu da, dogmatik oldukları
gerekçesiyle tüm felsefelere ve özellikle de Stoacı felseªfeye
gösterilen tepkiyle seçkinleşen, kuşkuculuk olmuştur. Nihayet dönemin
sonlarına doğru, Poseidoinos Panaetios ve Antiokhos, Stoa felsefesini
Platon ve Aristotelesçi öğretilerle birleştirmeye çalışmıştır.
GENEL ÖZELLİKLERİ
Hellenistik felsefenin en önemli özelliği, bu felsefenin konularını
mantık fizik ve etik şeklinde düzenlemesidir. Mantık, Aristoteles’ten
miras alınan bir tavırla, bilgi teorisini de kapsayacak şekilde, doğru
bilgiye ulaşmanın yöntemi ve felsefenin vazgeçilmez aracı olarak
görülmüştür. Nitekim, bu anlayışın bir sonucu olarak, özellikle
Stoacılar mantık alanına çok önemli katkılar yapmışlardır. Aynı
şekilde, fizik de arka planda kalıp, yalnızca etik için bir temel ve
hazırlık olma fonksiyonunu yerine getirmiştir. Bundan dolayı, bu
dönemde filozoflar, fizik ya da varlık alanında yeni teoriler
geliştirmek yerine, Sokrates öncesi doğa filozoflarının görüşlerini
aynen benimsemişlerdir. Bu bağlamda, Stoalıların Herakleitos’un
fiziğiªni Epiküros’un ise Demokritosun atomcu görüşünü pek büyük bir
değişiklik yapmadan benimsediğini söylemekte yarar vardır.
Hellenistik felsefede ön plana çıkan çalışma alanı ya da disiplin, etik
olmuştur. Bunun nedeni, bireyin amacına ulaştığı, iyi bir yaşam
sürdüğü, kendisini her bakımdan evinde gibi hissettiği kent devletinin
yıkılması, kent devletinin yerini alan imparatorlukla birlikte, bilinen
dünyanın sınırlarının genişlemesi ve bireylerin kaçınılmaz bir biçimde
dünyaya topluma ve kendilerine yabancılaşması, yalnız ve başıboş
kalmasıdır.
Böylesi bir toplum düzeninde, felsefeden beklenebilecek tek şey,
ilgisini birey üzerinde yoğunlaştırması, bireyin felsefeden bekªlediği
yol göstericilik görevini yerine getirmesidir. Bu dönemde, felsefenin
herkesçe kabul görmüş amacı, insanı mutlu bir yaşama ulaştırmak, bireye
güven ve bilgelik kazandırarak, onun yaşadığı yabancılaşma ve yolunu
kaybetmişlik duygusunu aşmasını sağlamaktır. İşte bundan dolayı,
Hellenistik dönemin en. büyük ve en önemli iki sistemi olan
Epikürosçulukla Stoacılık kişisel bir ahlâk üzerinde yoğunlaşmışlar,
siyasi ya da toplumsal düzenle ilgili problemlere pek az önem
vermişlerdir. Bir tinsel bağımsızlık ve kendi kendine yetme idealini ön
plana çıkartan iki akımın da ahlâkı, fiziklerinin katkısız
materyalizmini yansıtacak şekilde doğalcı ve ‘bu dünyacı’, yani içinde
yaşadıªğımız dünyayla, bu dünyadaki yaşam ve değeri temele alan bir
ahlâk anlayışıdır.
Geri: Felsefe Tarihi
Ortaçağ Felsefesi
Klasik çağ ile modern çağ arasında kalan tarihsel dönemde söz konusu
olan felsefe faaliyeti; düşünce tarihinde M.S. 1. ya da II. yüzyılla,
XV. yüzyıl arasında kalan tarihsel kesitin felsefesi.
Ortaçağ Felsefesi kendi içinde dört ayrı geleneği ihtiva eder:
1- Batı ya da Avrupa’da gelişip, Latince ifade edilmiş olan Hıristiyan felsefesi,
2- Doğuda İslam dünyasında zuhur etmiş ve Arap dilinde ifade edilmiş olan İslam felsefesi,
3- Sadece Hıristiyan ülkelerinde değil, fakat İslam dünyasının çok
çeşitli bölgelerinde Musevi düşünürler tarafından İbranice ifade
edilmiş olan Yahudi felsefesi ve
4- Hıristiyan Bizans İmparatorluğu içinde Grek diliyle ortaya konmuş olan Bizans felsefesi.
Dört farklı geleneğine, ve söz konusu geleneklerin kendi aralarında
sergilediği temel birtakım farklılıklara rağmen, Ortaçağ felsefesi bir
bütün meydana getirir.
Bunun üç temel nedeni vardır. Her şeyden önce, gerek Hıristiyan
felsefesi, gerek İslam felsefesi ve gerekse Musevi ve Bizans felsefesi
ortak bir felsefi mirası paylaşır: Antik Yunan felsefesi. Buna göre,
Grek düşüncesi geç Antikªçağda, özellikle Yeni-Platonculuk eliyle
Ortaçağ felsefesine önemli bir etki yapmıştır. Ortaçağ felsefesinin
kendi içinde bir bütün oluşturmasının ikinci büyük nedeni, sözünü
ettiğimiz dört ayrı felsefe geleneğinin birbirleriyle yakın bir ilişki
içinde olmasıdır. Nitekim, Ortaçağda Musevi düşünürler, okudukları
İslam düşünürlerden, özellikle de Farabi ve İbni Sina’dan yoğun bir
biçimde etkilenmiş, aynı İslam felsefesi 12. yüzyıl Rönesans’ı yoluyla
Batı’ya kaynaklık, ya da en azından antik Yunan felsefesinin
aktarılmasına aracılık etmiştir. Nihayet, dört ayrı gelenek de, vahye
dayalı tek Tanrılı dinlerin hakim olduğu kültürlerin bir parçası olmak
durumundadır. Dini öğretiyle felsefi spekülasyon, veya teoloji ile
felsefe arasındaki ilişki bu geleneklerin her birinde farklılık
gösterse de, ele alınan felsefi problemler hepsinde üç aşağı beş yukarı
aynıdır.
GENEL ÖZELLİKLERİ
1- İlkçağ Yunan felsefesinin belli bir halkın, antik Yunan ya da Atina
halkının, modern felsefenin ise farklı uluslara mensup ayrı bireylerin
felsefesi olduğu yerde, Ortaçağ felsefesi, bireylerin ve halkların
karakteristik özelliklerinin üstünde olan dini bir topluluğun, bir
ümmetin, Hıristiyan ya da İslam toplumunun veya Yahudi cemaatinin
felsefesidir.
2- Antik Yunan felsefesinin bütünüyle dünyevi bir felsefe olduğu,
klasik aklın en temel özelliğinin sekülarizm olduğu yerde, Ortaçağ
felsefesi kendisine öte dünyasal bir ilginin hakim olduğu bir
felsefedir. Başka bir deyişle, Yunan’da insanın temel probleminin bu
dünyada mutluluğa erişmek olduªğu kabul edilmiştir; Yunan’da, insanın
bu problemi çözebilecek güce sahip bulunduªğuna ve kendi çabasıyla iyi
ve mutlu bir hayata ulaşabileceğine inanılmışken, Ortaçağda problemler,
bu dünyadaki hayattan ziyade, ahiret hayatıyla ilgili olan
problemªlerdir. Aranan mutluluk, bu dünyadaki mutªluluk değil, fakat
ebedi bir saadettir. Bundan dolayı, antik Yunan’da bağımsız bir felsefe
disiplini olan etik ve estetik yerini çok büyük ölçüde teolojiye
bırakır.
3- Başka bir deyişle, Ortaçağ düşünürleri önemli olan biricik şeyin
insanın doğaüstü varlık alanıyla, aşkın ve mutlak olarak yetªkin
varlıkla olan ilişkisi olduğunu öne sürmüşlerdir. Bu da, doğal olarak
Ortaçağda felsefenin mahiyetini ve konu alanını baştan sona
değiştirmiştir. Buna göre, antik Yunanda doğa bilimiyle sosyal bilimler
hem kendi başlarına, ve hem de iyi ve mutlu bir yaşam amacı için sağlam
araçlar olarak değer taşımaktaydılar. Oysa özellikle Hıristiyanlar için
bunlar sadece yararsız değil, fakat bazen de zararlı ve hatta tehlikeli
disiplinler olup çıkªmışlardır. Yine, Yunanlı ahlâklılığı bir
topªlumsal etik içinde ve mutluluk amacını gözeterek ele alırken,
Ortaçağda ahlâklılık dinin bir parçası haline gelmiştir. Dolayısıyla,
Yunan’da etik zaman zaman kozmolojik olarak, zaman zaman da toplumsal
bir zemin üzerinde temellendirilirken, Ortaçağda etik teolojik bir
düzlemde temellenir. Nitekim, bu dönemde davranış ya da insani eylem,
amacına göre değil, fakat Tanrı‘nın emirlerine uygun düşmekliğine veya
düşmemekliliğine göre değerlendirilir. Tanrı, insan için yüce ve yüksek
bir ideal getirdiğinden, Ortaçağ insanı eksikliliğini, başarısızlığını.
ve hatta günahkarlığını her daim duyumsamak durumunda olan biridir.
İşte bu durumun bir sonucu olarak, Yunan düşüncesinin özü itibariyle
iyimser bir felsefe olduğu yerde, özellikle Hıristiyan Ortaçağ
felsefesi kötümserlik üzerine yükselen bir felsefedir.
4- Yine Yunanlının temelde bir olan, birlik içinde bulunan bir evrende,
yani bir mikrokosmos olarak kendisinin bir parçası olduğu özde
anlaşılabilir olan makrokosmosta yaşadığı yerde, yaratıcısından ayrı
düşmüş bir varlık olarak Ortaçağ insanı kendisine yabancı bir evrende
yaşamak durumunda olmuştur. Bu insan için, bir tarafta aşkın, yaratıcı
Tanrı, diğer tarafta ise kendisini Tanrı’dan her geçen gün biraz daha
uzaklaştıracak, özüne yabancı bir varlık alanı bulunmaktadır. Bundan
dolayı, Ortaçağ felsefesi için problem, teorik ya da bilimsel bir
problem olmayıp, tümüyle pratik bir problemdir: Yaratıcısına
bozulmamış, maddenin kiriyle pislenmemiş olarak nasıl dönülebileceği
problemi.
5- Ortaçağ felsefesi, İlkçağ felsefesinden öncelikle bir kopuşu gözler
önüne serer. Bununla birlikte, iki felsefe arasında, her şeye rağmen
bir sürekliliği ve çok önemli bir noktada da ortaklık vardır. Kopuş
temelde, İlkçağ felsefesinin, dini açıklama ya da mitolojiyi reddedip,
kendisini öne sürmek suªretiyle oluşan ve gelişen’ özerk bir felsefe
olduğu yerde, Ortaçağ felsefesinin özerkliğini yitirip, tümüyle dine,
dini dogmaya tabi olan bir felsefe olmasından kaynaklanmaktadır.
Süreklilik ise, Ortaçağ felsefesinin hem Doğuda ve hem de batıda
kültürel ya da felsefi bir miras olarak doğrudan doğruya İlkçağ
felsefesine dayanmasından meydana gelir. Nitekim, Ortaçağ felsefesi
dine dayalı, din temelli bir felsefe olsa bile, kavram ve
kategorilerini, terminoloji sini kendi başına yaratmış bir felsefe
değildir. Ortaçağ felsefesi, ihtiyaç duyduğu kavram ve kategoriler
için, doğrudan doğruya Yunan felsefesine yönelmiştir. Ortaçağ
felsefesinin teªmelinde bulunan felsefe geleneği, Platon ve
Plotinos’un, ve bu arada Aristoteles’in felsefelerinden oluşur. Fakat
iki felsefe arasındaki, onları birlikte modern felsefeden bütünüyle
farklılaştıran, sürekliliğin temel unsuru, gerek İlkçağ ve gerekse
Ortaçağ düşünªcesine damgasını vuran, modern çağın mekanik dünya
görüşünün kendisinin yeªrini alacağı, teleolojik dünya görüşüdür.
6- Ortaçağ felsefesi, teleolojik bir anlayışla, doğayı Tanrı tarafından
bir amaca göre yaratılmış ve düzenlenmiş statik bir sistem olarak
görmüştür. Açıklamadan niteliksel bir açıklamayı anlayan ve
nedensellikten büyük ölçüde ereksel nedenselliği anlayan Ortaçağ
düşünürlerine göre, maddi dünya, tanrısal gerçekliğin çok soluk bir
gölgesinden başka hiçbir şey değildir.
7- Ortaçağ felsefesi, hemen her felsefe gibi, birtakım kabulleri olan
bir felsefe olmak durumundadır. Bu kabullerin en önemlisi ise, Ortaçağ
düşüncesine Platon felsefesinden intikal eden, en yüksek veya en
yüksekte olanın, en üstte bulunanın ontolojik olarak en gerçek,
aksiyolojik olarak da en değerli varlık olduğu kabulüdür.
8- Ortaçağ felsefesi dini anlamlandırma ve temellendirme çabasında, ana
düşüncelerinde, problemlerinde ve bu problemlere getirdiği çözümlerde,
hemen her zaman Yunan felsefesine bağlı kalmıştır. Bu felsefede yapılan
iş, daha çok Antik Yunan’ın düşünce dünyasını benimsemek ve Yunan
felsefesinin temel kavramlarını işleyerek, inancı temellendirmek
olmuştur. Ama, Ortaçağ felsefesi benimsediği ve kendisine göre
biçimlendirdiği felsefeyi, genellikle olmuş bitmiş, yetkin bir sistem
olarak görmüştür. Buna göre, antik Yunan felsefesinin dinamik bir yapı
sergilediği yerde, Ortaçağ felsefesi mutlak hakikatleri bulmuş olduğuna
inanan statik bir felsefedir.
9- Yine, Ortaçağ felsefesinin merkezinde Tanrı vardır. Başka bir
deyişle, Ortaçağ felsefesi teosantrik, ya da Tanrı merkezli bir
felsefedir. Nitekim, bu felsefenin temel konuları, Tanrı ve Tanrı’nın
varoluşu problemi, iman ya da otorite ve akıl ilişkisi, Tanrı-evren
ilişkisi, kötülük problemi ve tümeller problemiyle belirlenir. İlk
bakışta, Tanrı konusunun dışında kaldığı düşünülen temeller konusu
bile, tümellerin en azından XIV. yüzªyıla kadar Tanrı’nın zihninde
bulundukları veya Tanrı yaratısı ebedi ve bağımsız gerçeklikler
oldukları öne sürüldüğü için, Tanrı konusuyla yakından ilişkili olmak
durumundadır.
10- Ortaçağ felsefesinde, felsefe inanca, inançta vahye tabi olmak
durumundadır. Bundan dolayı, Ortaçağ kültüründe çok önemli bir rol
oynayan din, felsefe ve rasyonel bir hayat görüşü üzerinde de çok
temelli bir etki yapmıştır. Örneğin, Skolastik felsefede, vahyin temel
ya da en azından aklın vazgeçilmez bir yardımcısı olduğuna
inanılmıştır. Skolastik dönemin filozofları, akıl ile iman arasında bir
ayırım yapmış ve zaman zaman da felsefenin göreli bağımsızlık ya da
özerkliğini vurgulamış olmakla birlikte, Ortaçağın dünya görüşünde,
bilimde ve felsefede, bir çözüme kavuşturulacak problemlerin çözümü de
dahil olmak üzere hemen her şey teoloji tarafından belirlenmiştir.
11- Yine Ortaçağ felsefesi söz konusu olduğunda, belli bir gelenek, ve
vahye dayanan bir din çerçevesinde oluşan otoriteye duyulan saygı
esastır. Bu dönemde felsefenin mahiyeti, kapsamı ve sınırları dini
çerçeve ve ruhani otorite tarafından belirlenir ve hiçbir şekilde
değiştirilemez. Ortaçağ felsefesi, otoriteye duyulan inancı temele
aldığı için de, doğal olarak eleştiriye ve şüpheciliğe kesinlikle
kapalı olan bir felsefedir.
12- Ortaçağ felsefesi, bütünüyle realist bir çizgi boyunca gelişmiştir.
Yani, Ortaçağ düşünürleri, Skolastiğin gerileme döneminde çok etkili
olan Ockhamlı William bir kıyıya bırakılacak olursa, tümeller konusunda
benimsedikleri realist tavırdan başka, zihinden bağımsız bir
gerçekliğin var olduğundan hiçbir zaman kuşku duymamışlardır. Başka bir
deyişle, Ortaçağ düşünürleri, ontolojik realizm bağlamında gerçekliğin
zihinden bağımsız olduğunu öne sürmüşlerdir. Bununla birlikte, Ortaçağ
düşüncesinde, zihinden bağımsız bu gerçeklik, gerçekten ve mutlak
olarak var olanın ezeli ebet ve değişmez Tanrı olması anlamında, tinsel
bir yapıdadır. Buna göre, realizmi tamamlayan yaklaşım, aynen Platon ve
Plotinos’ta olduğu gibi, spiritüalizmdir.
13- Ortaçağ felsefesi varlığın bilgi konusundan, ya da ontolojinin
epistemolojiden önce geldiği bir felsefedir. Buna göre, Ortaçağ
felsefesi, özneden hareket eden, bilimin gelişimine koşut olarak önce
bilgi konusunu ele alan, ve varlığı bilimin taleplerine göre sınıflayan
ya da yorumlayan modern felseªfenin tersine, önce zihinden bağımsız bir
gerçekliğin varoluşunu teslim edip, bu gerçekliğin bilgisine nasıl
ulaşılabileceği konusunu daha sonra ele alır.
14- Yine, aynı ontolojik bağlamda, Ortaçağ felsefesi, özellikle varlığı
bilinen maddi varlık alanı ve bilen özne, madde ve zihin olarak ikiyi
ayıran modern felsefenin düalizminin tersine, baştan sona birci olan
bir felsefedir. Bu, hem ezeli-ebedi, mutlak, değişmez ve yetkin bir
varlık olarak Tanrı’nın, gelip geçici maddi varlık alanıyla
kıyaslandığında, biricik gerçek varlık olması; hem modern dönemde ikiye
bölünen insanın, her ne kadar madde-form, beden-ruh analizine tabi
tutulabilse de, birlikli, bütünlüklü ve ahenkli bir töz olması; ve hem
de geliştirilen öğretiler bağlamında, resmi görüşe uygun olmayan hiçbir
öğretiye izin verilmemesi anlamında, böyledir.
15- Ortaçağın metafizik anlayışı, varolan her şeyin nedeni ya da
kaynağı olan aşkın bir gerçekliğe ilişkin araştırma, varolanları varlık
kaynağı olan Tanrı’yla ilişkisi içinde ele alma anlamında teoloji
olarak metafizikten meydana gelir. Ortaçağda gelişen metafizik, ayrı,
değişmez ve ezeli-ebedi bir varlığa ilişkin araştırmadır. İstisnasız
tüm Ortaçağ filozofları, sistemlerinde Tanrı’dan yola çıkar ve önce
Tanrı’nın varoluşunu kanıtlayarak, varlığı yaratan-yaratılmış olan
ilişkisi çerçevesinde ele alır. Buna en iyi örnek, ünlü “beş yol”uyla,
Aquinalı Aziz Thomas’tır. O, Tanrı’nın varoluşunu beş ayrı kanıtla
ispat ettikten sonra, yaratıcı ve doğaªüstü bir Tanrı dışındaki
varlıkları ya da yaratılanları Aristotelesçi bir kavramsal çerçeveyle
açıklama çabası vermiştir. Aynı şey, İslam dünyası filozofları için de
geçerlidir, şu farkla ki Farabi, İbn Sina ve İbni Rüşd’de,
Aristotelesçi bir kavramsal çerçeªve, Plotinos’tan gelen bir südür ya
da türüm öğretisiyle tamamlanmıştır. Ortaçağ düşüncesinin teoloji
olarak metafizik anlayışının temelinde ise, varlığın ancak ve ancak
varlıªğın kaynağı olan yaratıcı Tanrı aracılığıyla açıklanabileceğini
ve Tanrı’nın varlığının akıl yoluyla kavranabileceğini dile getiren iki
kabul bulunur.
16- Ortaçağ felsefesindeki söz konusu teoloji olarak metafizik
anlayışı, doğal olarak hemen her Ortaçağ düşünüründe bir örneğine
rastladığımız değere dayalı bir varlık hiyerarşisine yol açmıştır.
Böyle bir varlık hiyerarşisi, varlıkları hiyerarşideki yerlerine göre
sınıflar ve onlara varlık ve belli bir değer yükler.
17- Ortaçağ felsefesinin en belirleyici yönlerinden biri, de hiç kuşku
yok ki, onun yöntemidir. Buna göre, Ortaçağ düşünürleri, Tanrı sözü
olan kutsal kitaba dayanan imanı sistematik bir biçimde ifade etmek,
savunªmak ve geliştirmek için, daha çok şerhe, kutsal metinleri
yorumlama metoduna ve mantıksal/dilsel analize yönelmişlerdir. Ortaçağ
düşünürleri bu bağlamda, öncelikle Yunanlıların bilimsel ve felsefi
terminolojilerini kullanmışlar ve daha sonra da, Yunan mantığını bir
bütün olarak almışlardır. Şu halde, Ortaçağ filozofları, imanı
sistemleştirme ve temellendirme çabalarında aklı ve mantığın
tümdengelimsel tekniklerini kullanmışlardır.
Klasik çağ ile modern çağ arasında kalan tarihsel dönemde söz konusu
olan felsefe faaliyeti; düşünce tarihinde M.S. 1. ya da II. yüzyılla,
XV. yüzyıl arasında kalan tarihsel kesitin felsefesi.
Ortaçağ Felsefesi kendi içinde dört ayrı geleneği ihtiva eder:
1- Batı ya da Avrupa’da gelişip, Latince ifade edilmiş olan Hıristiyan felsefesi,
2- Doğuda İslam dünyasında zuhur etmiş ve Arap dilinde ifade edilmiş olan İslam felsefesi,
3- Sadece Hıristiyan ülkelerinde değil, fakat İslam dünyasının çok
çeşitli bölgelerinde Musevi düşünürler tarafından İbranice ifade
edilmiş olan Yahudi felsefesi ve
4- Hıristiyan Bizans İmparatorluğu içinde Grek diliyle ortaya konmuş olan Bizans felsefesi.
Dört farklı geleneğine, ve söz konusu geleneklerin kendi aralarında
sergilediği temel birtakım farklılıklara rağmen, Ortaçağ felsefesi bir
bütün meydana getirir.
Bunun üç temel nedeni vardır. Her şeyden önce, gerek Hıristiyan
felsefesi, gerek İslam felsefesi ve gerekse Musevi ve Bizans felsefesi
ortak bir felsefi mirası paylaşır: Antik Yunan felsefesi. Buna göre,
Grek düşüncesi geç Antikªçağda, özellikle Yeni-Platonculuk eliyle
Ortaçağ felsefesine önemli bir etki yapmıştır. Ortaçağ felsefesinin
kendi içinde bir bütün oluşturmasının ikinci büyük nedeni, sözünü
ettiğimiz dört ayrı felsefe geleneğinin birbirleriyle yakın bir ilişki
içinde olmasıdır. Nitekim, Ortaçağda Musevi düşünürler, okudukları
İslam düşünürlerden, özellikle de Farabi ve İbni Sina’dan yoğun bir
biçimde etkilenmiş, aynı İslam felsefesi 12. yüzyıl Rönesans’ı yoluyla
Batı’ya kaynaklık, ya da en azından antik Yunan felsefesinin
aktarılmasına aracılık etmiştir. Nihayet, dört ayrı gelenek de, vahye
dayalı tek Tanrılı dinlerin hakim olduğu kültürlerin bir parçası olmak
durumundadır. Dini öğretiyle felsefi spekülasyon, veya teoloji ile
felsefe arasındaki ilişki bu geleneklerin her birinde farklılık
gösterse de, ele alınan felsefi problemler hepsinde üç aşağı beş yukarı
aynıdır.
GENEL ÖZELLİKLERİ
1- İlkçağ Yunan felsefesinin belli bir halkın, antik Yunan ya da Atina
halkının, modern felsefenin ise farklı uluslara mensup ayrı bireylerin
felsefesi olduğu yerde, Ortaçağ felsefesi, bireylerin ve halkların
karakteristik özelliklerinin üstünde olan dini bir topluluğun, bir
ümmetin, Hıristiyan ya da İslam toplumunun veya Yahudi cemaatinin
felsefesidir.
2- Antik Yunan felsefesinin bütünüyle dünyevi bir felsefe olduğu,
klasik aklın en temel özelliğinin sekülarizm olduğu yerde, Ortaçağ
felsefesi kendisine öte dünyasal bir ilginin hakim olduğu bir
felsefedir. Başka bir deyişle, Yunan’da insanın temel probleminin bu
dünyada mutluluğa erişmek olduªğu kabul edilmiştir; Yunan’da, insanın
bu problemi çözebilecek güce sahip bulunduªğuna ve kendi çabasıyla iyi
ve mutlu bir hayata ulaşabileceğine inanılmışken, Ortaçağda problemler,
bu dünyadaki hayattan ziyade, ahiret hayatıyla ilgili olan
problemªlerdir. Aranan mutluluk, bu dünyadaki mutªluluk değil, fakat
ebedi bir saadettir. Bundan dolayı, antik Yunan’da bağımsız bir felsefe
disiplini olan etik ve estetik yerini çok büyük ölçüde teolojiye
bırakır.
3- Başka bir deyişle, Ortaçağ düşünürleri önemli olan biricik şeyin
insanın doğaüstü varlık alanıyla, aşkın ve mutlak olarak yetªkin
varlıkla olan ilişkisi olduğunu öne sürmüşlerdir. Bu da, doğal olarak
Ortaçağda felsefenin mahiyetini ve konu alanını baştan sona
değiştirmiştir. Buna göre, antik Yunanda doğa bilimiyle sosyal bilimler
hem kendi başlarına, ve hem de iyi ve mutlu bir yaşam amacı için sağlam
araçlar olarak değer taşımaktaydılar. Oysa özellikle Hıristiyanlar için
bunlar sadece yararsız değil, fakat bazen de zararlı ve hatta tehlikeli
disiplinler olup çıkªmışlardır. Yine, Yunanlı ahlâklılığı bir
topªlumsal etik içinde ve mutluluk amacını gözeterek ele alırken,
Ortaçağda ahlâklılık dinin bir parçası haline gelmiştir. Dolayısıyla,
Yunan’da etik zaman zaman kozmolojik olarak, zaman zaman da toplumsal
bir zemin üzerinde temellendirilirken, Ortaçağda etik teolojik bir
düzlemde temellenir. Nitekim, bu dönemde davranış ya da insani eylem,
amacına göre değil, fakat Tanrı‘nın emirlerine uygun düşmekliğine veya
düşmemekliliğine göre değerlendirilir. Tanrı, insan için yüce ve yüksek
bir ideal getirdiğinden, Ortaçağ insanı eksikliliğini, başarısızlığını.
ve hatta günahkarlığını her daim duyumsamak durumunda olan biridir.
İşte bu durumun bir sonucu olarak, Yunan düşüncesinin özü itibariyle
iyimser bir felsefe olduğu yerde, özellikle Hıristiyan Ortaçağ
felsefesi kötümserlik üzerine yükselen bir felsefedir.
4- Yine Yunanlının temelde bir olan, birlik içinde bulunan bir evrende,
yani bir mikrokosmos olarak kendisinin bir parçası olduğu özde
anlaşılabilir olan makrokosmosta yaşadığı yerde, yaratıcısından ayrı
düşmüş bir varlık olarak Ortaçağ insanı kendisine yabancı bir evrende
yaşamak durumunda olmuştur. Bu insan için, bir tarafta aşkın, yaratıcı
Tanrı, diğer tarafta ise kendisini Tanrı’dan her geçen gün biraz daha
uzaklaştıracak, özüne yabancı bir varlık alanı bulunmaktadır. Bundan
dolayı, Ortaçağ felsefesi için problem, teorik ya da bilimsel bir
problem olmayıp, tümüyle pratik bir problemdir: Yaratıcısına
bozulmamış, maddenin kiriyle pislenmemiş olarak nasıl dönülebileceği
problemi.
5- Ortaçağ felsefesi, İlkçağ felsefesinden öncelikle bir kopuşu gözler
önüne serer. Bununla birlikte, iki felsefe arasında, her şeye rağmen
bir sürekliliği ve çok önemli bir noktada da ortaklık vardır. Kopuş
temelde, İlkçağ felsefesinin, dini açıklama ya da mitolojiyi reddedip,
kendisini öne sürmek suªretiyle oluşan ve gelişen’ özerk bir felsefe
olduğu yerde, Ortaçağ felsefesinin özerkliğini yitirip, tümüyle dine,
dini dogmaya tabi olan bir felsefe olmasından kaynaklanmaktadır.
Süreklilik ise, Ortaçağ felsefesinin hem Doğuda ve hem de batıda
kültürel ya da felsefi bir miras olarak doğrudan doğruya İlkçağ
felsefesine dayanmasından meydana gelir. Nitekim, Ortaçağ felsefesi
dine dayalı, din temelli bir felsefe olsa bile, kavram ve
kategorilerini, terminoloji sini kendi başına yaratmış bir felsefe
değildir. Ortaçağ felsefesi, ihtiyaç duyduğu kavram ve kategoriler
için, doğrudan doğruya Yunan felsefesine yönelmiştir. Ortaçağ
felsefesinin teªmelinde bulunan felsefe geleneği, Platon ve
Plotinos’un, ve bu arada Aristoteles’in felsefelerinden oluşur. Fakat
iki felsefe arasındaki, onları birlikte modern felsefeden bütünüyle
farklılaştıran, sürekliliğin temel unsuru, gerek İlkçağ ve gerekse
Ortaçağ düşünªcesine damgasını vuran, modern çağın mekanik dünya
görüşünün kendisinin yeªrini alacağı, teleolojik dünya görüşüdür.
6- Ortaçağ felsefesi, teleolojik bir anlayışla, doğayı Tanrı tarafından
bir amaca göre yaratılmış ve düzenlenmiş statik bir sistem olarak
görmüştür. Açıklamadan niteliksel bir açıklamayı anlayan ve
nedensellikten büyük ölçüde ereksel nedenselliği anlayan Ortaçağ
düşünürlerine göre, maddi dünya, tanrısal gerçekliğin çok soluk bir
gölgesinden başka hiçbir şey değildir.
7- Ortaçağ felsefesi, hemen her felsefe gibi, birtakım kabulleri olan
bir felsefe olmak durumundadır. Bu kabullerin en önemlisi ise, Ortaçağ
düşüncesine Platon felsefesinden intikal eden, en yüksek veya en
yüksekte olanın, en üstte bulunanın ontolojik olarak en gerçek,
aksiyolojik olarak da en değerli varlık olduğu kabulüdür.
8- Ortaçağ felsefesi dini anlamlandırma ve temellendirme çabasında, ana
düşüncelerinde, problemlerinde ve bu problemlere getirdiği çözümlerde,
hemen her zaman Yunan felsefesine bağlı kalmıştır. Bu felsefede yapılan
iş, daha çok Antik Yunan’ın düşünce dünyasını benimsemek ve Yunan
felsefesinin temel kavramlarını işleyerek, inancı temellendirmek
olmuştur. Ama, Ortaçağ felsefesi benimsediği ve kendisine göre
biçimlendirdiği felsefeyi, genellikle olmuş bitmiş, yetkin bir sistem
olarak görmüştür. Buna göre, antik Yunan felsefesinin dinamik bir yapı
sergilediği yerde, Ortaçağ felsefesi mutlak hakikatleri bulmuş olduğuna
inanan statik bir felsefedir.
9- Yine, Ortaçağ felsefesinin merkezinde Tanrı vardır. Başka bir
deyişle, Ortaçağ felsefesi teosantrik, ya da Tanrı merkezli bir
felsefedir. Nitekim, bu felsefenin temel konuları, Tanrı ve Tanrı’nın
varoluşu problemi, iman ya da otorite ve akıl ilişkisi, Tanrı-evren
ilişkisi, kötülük problemi ve tümeller problemiyle belirlenir. İlk
bakışta, Tanrı konusunun dışında kaldığı düşünülen temeller konusu
bile, tümellerin en azından XIV. yüzªyıla kadar Tanrı’nın zihninde
bulundukları veya Tanrı yaratısı ebedi ve bağımsız gerçeklikler
oldukları öne sürüldüğü için, Tanrı konusuyla yakından ilişkili olmak
durumundadır.
10- Ortaçağ felsefesinde, felsefe inanca, inançta vahye tabi olmak
durumundadır. Bundan dolayı, Ortaçağ kültüründe çok önemli bir rol
oynayan din, felsefe ve rasyonel bir hayat görüşü üzerinde de çok
temelli bir etki yapmıştır. Örneğin, Skolastik felsefede, vahyin temel
ya da en azından aklın vazgeçilmez bir yardımcısı olduğuna
inanılmıştır. Skolastik dönemin filozofları, akıl ile iman arasında bir
ayırım yapmış ve zaman zaman da felsefenin göreli bağımsızlık ya da
özerkliğini vurgulamış olmakla birlikte, Ortaçağın dünya görüşünde,
bilimde ve felsefede, bir çözüme kavuşturulacak problemlerin çözümü de
dahil olmak üzere hemen her şey teoloji tarafından belirlenmiştir.
11- Yine Ortaçağ felsefesi söz konusu olduğunda, belli bir gelenek, ve
vahye dayanan bir din çerçevesinde oluşan otoriteye duyulan saygı
esastır. Bu dönemde felsefenin mahiyeti, kapsamı ve sınırları dini
çerçeve ve ruhani otorite tarafından belirlenir ve hiçbir şekilde
değiştirilemez. Ortaçağ felsefesi, otoriteye duyulan inancı temele
aldığı için de, doğal olarak eleştiriye ve şüpheciliğe kesinlikle
kapalı olan bir felsefedir.
12- Ortaçağ felsefesi, bütünüyle realist bir çizgi boyunca gelişmiştir.
Yani, Ortaçağ düşünürleri, Skolastiğin gerileme döneminde çok etkili
olan Ockhamlı William bir kıyıya bırakılacak olursa, tümeller konusunda
benimsedikleri realist tavırdan başka, zihinden bağımsız bir
gerçekliğin var olduğundan hiçbir zaman kuşku duymamışlardır. Başka bir
deyişle, Ortaçağ düşünürleri, ontolojik realizm bağlamında gerçekliğin
zihinden bağımsız olduğunu öne sürmüşlerdir. Bununla birlikte, Ortaçağ
düşüncesinde, zihinden bağımsız bu gerçeklik, gerçekten ve mutlak
olarak var olanın ezeli ebet ve değişmez Tanrı olması anlamında, tinsel
bir yapıdadır. Buna göre, realizmi tamamlayan yaklaşım, aynen Platon ve
Plotinos’ta olduğu gibi, spiritüalizmdir.
13- Ortaçağ felsefesi varlığın bilgi konusundan, ya da ontolojinin
epistemolojiden önce geldiği bir felsefedir. Buna göre, Ortaçağ
felsefesi, özneden hareket eden, bilimin gelişimine koşut olarak önce
bilgi konusunu ele alan, ve varlığı bilimin taleplerine göre sınıflayan
ya da yorumlayan modern felseªfenin tersine, önce zihinden bağımsız bir
gerçekliğin varoluşunu teslim edip, bu gerçekliğin bilgisine nasıl
ulaşılabileceği konusunu daha sonra ele alır.
14- Yine, aynı ontolojik bağlamda, Ortaçağ felsefesi, özellikle varlığı
bilinen maddi varlık alanı ve bilen özne, madde ve zihin olarak ikiyi
ayıran modern felsefenin düalizminin tersine, baştan sona birci olan
bir felsefedir. Bu, hem ezeli-ebedi, mutlak, değişmez ve yetkin bir
varlık olarak Tanrı’nın, gelip geçici maddi varlık alanıyla
kıyaslandığında, biricik gerçek varlık olması; hem modern dönemde ikiye
bölünen insanın, her ne kadar madde-form, beden-ruh analizine tabi
tutulabilse de, birlikli, bütünlüklü ve ahenkli bir töz olması; ve hem
de geliştirilen öğretiler bağlamında, resmi görüşe uygun olmayan hiçbir
öğretiye izin verilmemesi anlamında, böyledir.
15- Ortaçağın metafizik anlayışı, varolan her şeyin nedeni ya da
kaynağı olan aşkın bir gerçekliğe ilişkin araştırma, varolanları varlık
kaynağı olan Tanrı’yla ilişkisi içinde ele alma anlamında teoloji
olarak metafizikten meydana gelir. Ortaçağda gelişen metafizik, ayrı,
değişmez ve ezeli-ebedi bir varlığa ilişkin araştırmadır. İstisnasız
tüm Ortaçağ filozofları, sistemlerinde Tanrı’dan yola çıkar ve önce
Tanrı’nın varoluşunu kanıtlayarak, varlığı yaratan-yaratılmış olan
ilişkisi çerçevesinde ele alır. Buna en iyi örnek, ünlü “beş yol”uyla,
Aquinalı Aziz Thomas’tır. O, Tanrı’nın varoluşunu beş ayrı kanıtla
ispat ettikten sonra, yaratıcı ve doğaªüstü bir Tanrı dışındaki
varlıkları ya da yaratılanları Aristotelesçi bir kavramsal çerçeveyle
açıklama çabası vermiştir. Aynı şey, İslam dünyası filozofları için de
geçerlidir, şu farkla ki Farabi, İbn Sina ve İbni Rüşd’de,
Aristotelesçi bir kavramsal çerçeªve, Plotinos’tan gelen bir südür ya
da türüm öğretisiyle tamamlanmıştır. Ortaçağ düşüncesinin teoloji
olarak metafizik anlayışının temelinde ise, varlığın ancak ve ancak
varlıªğın kaynağı olan yaratıcı Tanrı aracılığıyla açıklanabileceğini
ve Tanrı’nın varlığının akıl yoluyla kavranabileceğini dile getiren iki
kabul bulunur.
16- Ortaçağ felsefesindeki söz konusu teoloji olarak metafizik
anlayışı, doğal olarak hemen her Ortaçağ düşünüründe bir örneğine
rastladığımız değere dayalı bir varlık hiyerarşisine yol açmıştır.
Böyle bir varlık hiyerarşisi, varlıkları hiyerarşideki yerlerine göre
sınıflar ve onlara varlık ve belli bir değer yükler.
17- Ortaçağ felsefesinin en belirleyici yönlerinden biri, de hiç kuşku
yok ki, onun yöntemidir. Buna göre, Ortaçağ düşünürleri, Tanrı sözü
olan kutsal kitaba dayanan imanı sistematik bir biçimde ifade etmek,
savunªmak ve geliştirmek için, daha çok şerhe, kutsal metinleri
yorumlama metoduna ve mantıksal/dilsel analize yönelmişlerdir. Ortaçağ
düşünürleri bu bağlamda, öncelikle Yunanlıların bilimsel ve felsefi
terminolojilerini kullanmışlar ve daha sonra da, Yunan mantığını bir
bütün olarak almışlardır. Şu halde, Ortaçağ filozofları, imanı
sistemleştirme ve temellendirme çabalarında aklı ve mantığın
tümdengelimsel tekniklerini kullanmışlardır.
Geri: Felsefe Tarihi
RÖNESANS FELSEFESİ
Avrupa’da XV ve XVI. Yüzyılda yaşanan rönesans hareketinin düşüncesine, bu dönemin felsefe anlayışı.
Rönesans felsefesine damgasını vuran akım, hiç kuşku yok ki, hümanizm
olmuştur. Bu dönem felsefesi, insan merkezli bir felsefedir.
Rönesansın, insanüstü olana ya da yalnızca doğal olana karşı, insani
boyutu ön plana çıkartan felsefesi, doğal olarak, insan bilgisiyle
ilgili problemleri göz ardı ettiği ve mutlak bir gerçekliğin mutlak bir
bilgisine sahip olma varsayımının, insanın aktüel bilgisine hiçbir
katkı sağlamadığı düşünülen mutlakçılığa; insanın bilişsel
faaliyetlerdeki etkinliğini gözden kaçırdığına, ve bütün bir doğayı,
doğanın daha aşağı parçaları aracılığıyla tanımladığına inanılan
doğalcılığa, kısacası geçmişin metafiziğiyle doğa bilimlerini
belirleyen insansızlaştırma ve kişiliksizleştirme sürecine karşı tavır
almıştır.
Rönesans felsefesi, epistemoloji ve mantık alanında ise, bilmenin
psikolojik yönlerini ve arzu, istek, duygu, amaç ve yönelimlerle
kişiliğin düşünce süreçleri üzerindeki etkisini dikkate almayan
rasyonalist bir bilgi anlayışına ve klasik mantığa karşı çıkmış ve
pozitif, empirist bir bilgi anlayışı ve yeni bir mantık geliştirmiştir.
Bu dönemde, a priori felsefelerin zorunlu düşünce doğruları, insanın
bilgiye ulaşma sürecindeki somut başarılarıyla doğrulanan postülalara
dönmüştür. Zorunlu doğru düşüncesi ortadan kalkarken, doğruluk insan
düşüncesinin bilgilenme sürecindeki başarısına işaret eden arzu edilir
bir değer olup çıkmıştır.
Rönesans felsefesinde teori ve pratik arasındaki mutlak antitez yok
olup giderken, doğruluk ve yanlışlık mutlak olmayıp, bilginin sonu
gelmeyen ilerlemesine bağlı ve göreli olan değerler olarak
anlaşılmıştır.
Bilgi teorisi bakımından empirist bir bakış açısı sergileyen Rönesans
felsefesinde, insan zihni, yalnızca dış dünyadan gelen izlenimlerin
pasif bir alıcısı olarak görülmemiş, zihnin etkinliğini vurgulayan
aktivizm, iradecilik, personalizm ve bireycilikle birleşmiştir.
17. YÜZYIL FELSEFESİ
Rönesansın birikimlerini değerlendiren ve sistemler kuran bir yüzyıldır.
Rönesansta kuşku öne çıkarken 17.yy.da akıl öne çıkar.Kesin ve
güvenilir bilgi türü olarak matematik seçilmiştir.ancak fizikten
kopmak, metafiziğe yönelmek anlamına gelmez.
GENEL ÖZELLİKLERİ
Bu dönemde felsefeya rasyonalizm yani gerçeğe akılla ulaşılabileceği inancı hakimdir.
Doğa ölçülebilir sayılabilir cinsen birşey olarak kabul edilir. Doğa
hakkındaki hakkındaki güvenilir bilgiye ölçme ve saynalarla
ulaşılabilir.Yani fiziğin bilhgisine matematik metod uygulanır.
Tanrı ,doğa ile akla aynı ilkeleri vermiştir.Bu nedenle doğa ile akıl , nesneyle zihin arasında uygunluk vardır.
Güvenilir ve kesin bilgnin mükemmel örneği olarak matematik görünür.
Kesin bilgiye ulaşmada duyulara güvenilmez
Avrupa’da XV ve XVI. Yüzyılda yaşanan rönesans hareketinin düşüncesine, bu dönemin felsefe anlayışı.
Rönesans felsefesine damgasını vuran akım, hiç kuşku yok ki, hümanizm
olmuştur. Bu dönem felsefesi, insan merkezli bir felsefedir.
Rönesansın, insanüstü olana ya da yalnızca doğal olana karşı, insani
boyutu ön plana çıkartan felsefesi, doğal olarak, insan bilgisiyle
ilgili problemleri göz ardı ettiği ve mutlak bir gerçekliğin mutlak bir
bilgisine sahip olma varsayımının, insanın aktüel bilgisine hiçbir
katkı sağlamadığı düşünülen mutlakçılığa; insanın bilişsel
faaliyetlerdeki etkinliğini gözden kaçırdığına, ve bütün bir doğayı,
doğanın daha aşağı parçaları aracılığıyla tanımladığına inanılan
doğalcılığa, kısacası geçmişin metafiziğiyle doğa bilimlerini
belirleyen insansızlaştırma ve kişiliksizleştirme sürecine karşı tavır
almıştır.
Rönesans felsefesi, epistemoloji ve mantık alanında ise, bilmenin
psikolojik yönlerini ve arzu, istek, duygu, amaç ve yönelimlerle
kişiliğin düşünce süreçleri üzerindeki etkisini dikkate almayan
rasyonalist bir bilgi anlayışına ve klasik mantığa karşı çıkmış ve
pozitif, empirist bir bilgi anlayışı ve yeni bir mantık geliştirmiştir.
Bu dönemde, a priori felsefelerin zorunlu düşünce doğruları, insanın
bilgiye ulaşma sürecindeki somut başarılarıyla doğrulanan postülalara
dönmüştür. Zorunlu doğru düşüncesi ortadan kalkarken, doğruluk insan
düşüncesinin bilgilenme sürecindeki başarısına işaret eden arzu edilir
bir değer olup çıkmıştır.
Rönesans felsefesinde teori ve pratik arasındaki mutlak antitez yok
olup giderken, doğruluk ve yanlışlık mutlak olmayıp, bilginin sonu
gelmeyen ilerlemesine bağlı ve göreli olan değerler olarak
anlaşılmıştır.
Bilgi teorisi bakımından empirist bir bakış açısı sergileyen Rönesans
felsefesinde, insan zihni, yalnızca dış dünyadan gelen izlenimlerin
pasif bir alıcısı olarak görülmemiş, zihnin etkinliğini vurgulayan
aktivizm, iradecilik, personalizm ve bireycilikle birleşmiştir.
17. YÜZYIL FELSEFESİ
Rönesansın birikimlerini değerlendiren ve sistemler kuran bir yüzyıldır.
Rönesansta kuşku öne çıkarken 17.yy.da akıl öne çıkar.Kesin ve
güvenilir bilgi türü olarak matematik seçilmiştir.ancak fizikten
kopmak, metafiziğe yönelmek anlamına gelmez.
GENEL ÖZELLİKLERİ
Bu dönemde felsefeya rasyonalizm yani gerçeğe akılla ulaşılabileceği inancı hakimdir.
Doğa ölçülebilir sayılabilir cinsen birşey olarak kabul edilir. Doğa
hakkındaki hakkındaki güvenilir bilgiye ölçme ve saynalarla
ulaşılabilir.Yani fiziğin bilhgisine matematik metod uygulanır.
Tanrı ,doğa ile akla aynı ilkeleri vermiştir.Bu nedenle doğa ile akıl , nesneyle zihin arasında uygunluk vardır.
Güvenilir ve kesin bilgnin mükemmel örneği olarak matematik görünür.
Kesin bilgiye ulaşmada duyulara güvenilmez
Geri: Felsefe Tarihi
18. YÜZYIL FELSEFESİ
(AYDINLANMA)
Avrupa’da 17. yüzyılın ikinci yarısıyla, 19. yüzyılın ilk çeyreğini
kapsayan ve önde gelen birtakım filozofların aklı insan yaşamındaki
mutlak yönetici ve yol gösterici yapma ve insan zihniyle bireyin
bilincini, bilginin ışığıyla aydınlatma yönündeki çabalarıyla
seçkinleşen kültürel dönem, bilimsel keşif ve felsefi eleştiri çağı,
felsefi ve toplumsal hareket.
Aydınlanma hareketi içinde yer alan düşünürler., düşünce ve ifade
özgürlüğü, dini eleştiri, akıl ve bilimin değerine duyulan inanç,
sosyal ilerlemeyle bireyciliğe önem verme başta olmak üzere, bir dizi
ilerici fikrin gelişimine katkıda bulunmuşlardır. öyle ki söz konusu
temel ve laik fikirlerin modern toplumların ortaya çıkışında büyük bir
rolü olmuştur.
Genel olarak değerlendirildiğinde, Aydınlanmayı belirleyen birtakım
tavır ya da eğilimden söz edilebilir. Bunlar sırasıyla hümanizm, deizm
veya ateizm, akılcılık, ilerlemecilik, iyimserlik ve evrenselciliktir.
Bunlardan hümanizm, Aydınlanmada, her şeyden önce dünyanın, sınırları
doğa tarafından değil de, ulusal sınırlar tarafından çizilen, insan!
bir dünya olduğu, anlamına gelir. Dünya Tanrı tarafından yaratılmıştır,
fakat o artık insanların elindedir. Buna göre, dünya, insanın
değerleri, tutkuları, umut ve korkularıyla belirlenen insani bir evrede
bulunmaktadır. Bu evrede, insanın evrensel olan doğasına büyük bir
inanç beslenmiştir. Temel duyguların, fikirlerin her yerde aynı olup,
ulusal, kültürel ve ırk bakımından olan farklıªlıkların yapay olduğu
savunulur. Aydınlanma boyunca, bir yandan farklılıklara hoşgörüyle
bakılırken, bir yandan da insanın doğası ve gerçek anlamı gün ışığına
çıkartılmaya çalışılır. ‘İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir’
sözü, Aydınlanmanın en önde gelen sloganlarından biridir.
Aydınlanmada hümanizmi tamamlayan tavır ise ateizm veya deizmdir. Başka
bir deyişle, Aydınlanmanın hemen tüm düşünürleri çoğunluk ateist ya da
deist idiler. Hıristiyanlıktan nefret eden bu düşünürler, batıl
inançlarla, bağnazlık ve dini insanlığın ilerlemesi önündeki en büyük
engel olarak görmüşlerdir. İnanç ve dine karşı çıkarken akıl ve bilime
sarılan Aydınlanma düşüncesi, Tanrı’nın evrene müdahalesine kesinlikle
karşı çıkmış ve bilimin gerektirdiği kendi içinde kapalı ve düzenli bir
sistem olarak evren görüşünü benimserken, Tanrı’yı en iyi durumda bir
seyirci durumuna indirgemiştir.
Akılcılık ise, Aydınlanmada insanın rasyonelliğine, doğuştan getirdiği
aklına inançla belirlenir. Buna göre, akıl insana matematiªğin en
soyut, en karmaşık doğrularını anlama ve öğrendiği bu doğruları evrene
uygulama olanağı vermiştir. Aklı yine insana, iyi planlanmış gözlem ve
deneylere dayanarak, doğayla ilgili sorular sorup yanıtlama imkanı
sağlamıştır. Bununla birlikte, akla ve insanın rasyonelliğine duyulan
inanç, doğa bilimleri ve matematik alanındaki başarılarla sınırlanmış
değildir. Bu çerçeve içinde, bütün bir toplumun, insan doğasına ve
hümanizmin değerlerine göre, aklın ışığında yeniden düzenlenmesi
gerektiği inancı, Aydınlanmanın en önemli inançlarından bir başkasıdır.
Bu dönemde din bile, aklın süzgecinden geçirilir ve dinin kendisinden
çok, akıl yoluyla temellendirilemeyen batıl inançlara saldırılır.
Aydınlanmanın akılcılığını tamamlayan şey, sınırsız iyimserlik
olmuştur. Bu iyimserliğin temelinde ise, evrenin tüm yönleri ve her
ayrıntısıyla rasyonel olduğu inancı bulunmaktadır. Fiziki evren
rasyonel olduğuna göre, onda bir düzen vardır ve bu düzeni belirleyen
şey de, belli sayıdaki rasyonel ilkelerdir. İnsan varlığı akıllı bir
varlık olduğundan, ya da insan zihninin kendisi de rasyonel olduğundan,
o bu ilkeleri keşfetme ve evrendeki düzeni anlayabilme kapasitesine
sahip bir varlıktır. Öte yandan, insan iradesini belirleyen öğe de akıl
olduğu için, insan evrenin yapısına ve düzenine ilişkin bilgisine
dayanarak eylemek durumundadır. Bundan dolayı, insan varlığı yalnızca
kendisini değil, içinde yaşadığı toplumsal düzeni de geliştirip
yetkinleştirebilir.
Bu bağlamda, Aydınlanmaya damgasını vuran bir diğer özellik, insan
doğasının evrenselliğine duyulan inançtan başka bir şey değildir. Buna
göre, herkes aynı akla sahip olduğundan, herkes aynı rasyonelliği
sergilediğinden, uygun bir eğitim sürecinden geçmiş olan herkes aynı
doğru sonuçlara ulaşmak durumundadır.
Aydınlanmanın sonuncu ve en belirleyici yönü, ilerlemeciliktir.
Aydınlanma hareketi içinde yer alan düşünürlere göre, Avrupa, bütün bir
Ortaçağ boyunca süren bir batıl itikatlar ve bağnazlık dönemini geride
bırakmıştır. Bu bağnazlığın yıkılışında, din karşısında kesin bir zafer
kazanan bilimin etkisi büyük olmuştur. Modern bilim, evrenin tüm farklı
görünüşlere rağmen, temelde çok büyük, fakat oldukça basit ve düzenli
bir mekanizma olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu düzenli evrenin bir
parçası olan insanın olup, insanla içinde yaşadığı toplum bu bilgi
ışığında sonsuzca geliştirebilir. İnsanın refahı açısından büyük bir
ilerleme kaydedilmiş olduğuna göre sınırsız ve sürekli bir ilerlemeyi
engelleyecek hiçbir şey yoktur.
GENEL ÖZELLİKLERİ
Akla duyulan güven nedeniyle sadece dinsel değil, siyasi otporitelerede başkaldırılmıştır
Laik bir dünya düzeni benimsenmiştir.
düşüncw özgürlüğü ve hoşgörü fikri ortaya çıkmıştır.
Sistemci felsefelerin yerini ; dil, kültür, toplum, sosyal düzen konusundaki düşünceler almıştır.
Filozofun yerini aydın, düşünür, yazar almıştır.
19. YÜZYIL FELSEFESİ
19. yüzyılın en tipik özelliği siyasi ideolojiler çağı olmasıdır.
18.yy.da aydınlanma sadece dine ve geleneğe değil,
siyasi otoriteyede başkaldırarak devletin gücünü azaltıp bireyin gücünü arttırmayı amaçlamıştır.
O yüzden de siyasette ve ekonomide liberalizmin yıldızı parlamıştır.
Ancak arzu edilen eşitlik, güvenlik yine sağlanamamıştır. Buna tepki
olarak 19.yy.da sosyalizm ortaya çıkmış ve eşitlik kavramına önem
vermiştir.
19.yy liberalizm ile sosyalizmin çekiştiği bir ideolojiler çağı olmuştur.
genel özellikleri
Sosyal ve siyasal sorunlara yönelme
ideolojilerin öne çıkması
Olgulara dayalı biim anlayışı
Din ve geleneğe karşı olma
Yeni kültür ve insan tipi arayışlarına yönelmedir
(AYDINLANMA)
Avrupa’da 17. yüzyılın ikinci yarısıyla, 19. yüzyılın ilk çeyreğini
kapsayan ve önde gelen birtakım filozofların aklı insan yaşamındaki
mutlak yönetici ve yol gösterici yapma ve insan zihniyle bireyin
bilincini, bilginin ışığıyla aydınlatma yönündeki çabalarıyla
seçkinleşen kültürel dönem, bilimsel keşif ve felsefi eleştiri çağı,
felsefi ve toplumsal hareket.
Aydınlanma hareketi içinde yer alan düşünürler., düşünce ve ifade
özgürlüğü, dini eleştiri, akıl ve bilimin değerine duyulan inanç,
sosyal ilerlemeyle bireyciliğe önem verme başta olmak üzere, bir dizi
ilerici fikrin gelişimine katkıda bulunmuşlardır. öyle ki söz konusu
temel ve laik fikirlerin modern toplumların ortaya çıkışında büyük bir
rolü olmuştur.
Genel olarak değerlendirildiğinde, Aydınlanmayı belirleyen birtakım
tavır ya da eğilimden söz edilebilir. Bunlar sırasıyla hümanizm, deizm
veya ateizm, akılcılık, ilerlemecilik, iyimserlik ve evrenselciliktir.
Bunlardan hümanizm, Aydınlanmada, her şeyden önce dünyanın, sınırları
doğa tarafından değil de, ulusal sınırlar tarafından çizilen, insan!
bir dünya olduğu, anlamına gelir. Dünya Tanrı tarafından yaratılmıştır,
fakat o artık insanların elindedir. Buna göre, dünya, insanın
değerleri, tutkuları, umut ve korkularıyla belirlenen insani bir evrede
bulunmaktadır. Bu evrede, insanın evrensel olan doğasına büyük bir
inanç beslenmiştir. Temel duyguların, fikirlerin her yerde aynı olup,
ulusal, kültürel ve ırk bakımından olan farklıªlıkların yapay olduğu
savunulur. Aydınlanma boyunca, bir yandan farklılıklara hoşgörüyle
bakılırken, bir yandan da insanın doğası ve gerçek anlamı gün ışığına
çıkartılmaya çalışılır. ‘İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir’
sözü, Aydınlanmanın en önde gelen sloganlarından biridir.
Aydınlanmada hümanizmi tamamlayan tavır ise ateizm veya deizmdir. Başka
bir deyişle, Aydınlanmanın hemen tüm düşünürleri çoğunluk ateist ya da
deist idiler. Hıristiyanlıktan nefret eden bu düşünürler, batıl
inançlarla, bağnazlık ve dini insanlığın ilerlemesi önündeki en büyük
engel olarak görmüşlerdir. İnanç ve dine karşı çıkarken akıl ve bilime
sarılan Aydınlanma düşüncesi, Tanrı’nın evrene müdahalesine kesinlikle
karşı çıkmış ve bilimin gerektirdiği kendi içinde kapalı ve düzenli bir
sistem olarak evren görüşünü benimserken, Tanrı’yı en iyi durumda bir
seyirci durumuna indirgemiştir.
Akılcılık ise, Aydınlanmada insanın rasyonelliğine, doğuştan getirdiği
aklına inançla belirlenir. Buna göre, akıl insana matematiªğin en
soyut, en karmaşık doğrularını anlama ve öğrendiği bu doğruları evrene
uygulama olanağı vermiştir. Aklı yine insana, iyi planlanmış gözlem ve
deneylere dayanarak, doğayla ilgili sorular sorup yanıtlama imkanı
sağlamıştır. Bununla birlikte, akla ve insanın rasyonelliğine duyulan
inanç, doğa bilimleri ve matematik alanındaki başarılarla sınırlanmış
değildir. Bu çerçeve içinde, bütün bir toplumun, insan doğasına ve
hümanizmin değerlerine göre, aklın ışığında yeniden düzenlenmesi
gerektiği inancı, Aydınlanmanın en önemli inançlarından bir başkasıdır.
Bu dönemde din bile, aklın süzgecinden geçirilir ve dinin kendisinden
çok, akıl yoluyla temellendirilemeyen batıl inançlara saldırılır.
Aydınlanmanın akılcılığını tamamlayan şey, sınırsız iyimserlik
olmuştur. Bu iyimserliğin temelinde ise, evrenin tüm yönleri ve her
ayrıntısıyla rasyonel olduğu inancı bulunmaktadır. Fiziki evren
rasyonel olduğuna göre, onda bir düzen vardır ve bu düzeni belirleyen
şey de, belli sayıdaki rasyonel ilkelerdir. İnsan varlığı akıllı bir
varlık olduğundan, ya da insan zihninin kendisi de rasyonel olduğundan,
o bu ilkeleri keşfetme ve evrendeki düzeni anlayabilme kapasitesine
sahip bir varlıktır. Öte yandan, insan iradesini belirleyen öğe de akıl
olduğu için, insan evrenin yapısına ve düzenine ilişkin bilgisine
dayanarak eylemek durumundadır. Bundan dolayı, insan varlığı yalnızca
kendisini değil, içinde yaşadığı toplumsal düzeni de geliştirip
yetkinleştirebilir.
Bu bağlamda, Aydınlanmaya damgasını vuran bir diğer özellik, insan
doğasının evrenselliğine duyulan inançtan başka bir şey değildir. Buna
göre, herkes aynı akla sahip olduğundan, herkes aynı rasyonelliği
sergilediğinden, uygun bir eğitim sürecinden geçmiş olan herkes aynı
doğru sonuçlara ulaşmak durumundadır.
Aydınlanmanın sonuncu ve en belirleyici yönü, ilerlemeciliktir.
Aydınlanma hareketi içinde yer alan düşünürlere göre, Avrupa, bütün bir
Ortaçağ boyunca süren bir batıl itikatlar ve bağnazlık dönemini geride
bırakmıştır. Bu bağnazlığın yıkılışında, din karşısında kesin bir zafer
kazanan bilimin etkisi büyük olmuştur. Modern bilim, evrenin tüm farklı
görünüşlere rağmen, temelde çok büyük, fakat oldukça basit ve düzenli
bir mekanizma olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu düzenli evrenin bir
parçası olan insanın olup, insanla içinde yaşadığı toplum bu bilgi
ışığında sonsuzca geliştirebilir. İnsanın refahı açısından büyük bir
ilerleme kaydedilmiş olduğuna göre sınırsız ve sürekli bir ilerlemeyi
engelleyecek hiçbir şey yoktur.
GENEL ÖZELLİKLERİ
Akla duyulan güven nedeniyle sadece dinsel değil, siyasi otporitelerede başkaldırılmıştır
Laik bir dünya düzeni benimsenmiştir.
düşüncw özgürlüğü ve hoşgörü fikri ortaya çıkmıştır.
Sistemci felsefelerin yerini ; dil, kültür, toplum, sosyal düzen konusundaki düşünceler almıştır.
Filozofun yerini aydın, düşünür, yazar almıştır.
19. YÜZYIL FELSEFESİ
19. yüzyılın en tipik özelliği siyasi ideolojiler çağı olmasıdır.
18.yy.da aydınlanma sadece dine ve geleneğe değil,
siyasi otoriteyede başkaldırarak devletin gücünü azaltıp bireyin gücünü arttırmayı amaçlamıştır.
O yüzden de siyasette ve ekonomide liberalizmin yıldızı parlamıştır.
Ancak arzu edilen eşitlik, güvenlik yine sağlanamamıştır. Buna tepki
olarak 19.yy.da sosyalizm ortaya çıkmış ve eşitlik kavramına önem
vermiştir.
19.yy liberalizm ile sosyalizmin çekiştiği bir ideolojiler çağı olmuştur.
genel özellikleri
Sosyal ve siyasal sorunlara yönelme
ideolojilerin öne çıkması
Olgulara dayalı biim anlayışı
Din ve geleneğe karşı olma
Yeni kültür ve insan tipi arayışlarına yönelmedir
Geri: Felsefe Tarihi
20.YÜZYIL FELSEFESİ
On dokuzuncu yüzyılın sonlarından başlayıp günümüze dek uzanan felsefe.
Felsefe hiçbir zaman boşlukta gelişmeyip, kültürün bir parçası olarak,
daima çağın siyasi ve toplumsal koşullarıyla ilişki içinde ortaya
çıktığına göre, çağdaş felsefenin de, yirminci yüzyılın koşullarından
etkiªlenen, yirminci yüzyıla özgü bir bakış açısı vardır. Çağdaş
felsefe içinde yer alan tüm filozoflar, aralarındaki farklılıklara
karşın, işte bu bağlamda, bir parçası oldukları modern toplumun ilgi ve
problemlerine yanıt vermek durumunda olmuşlardır. Şu halde, çağdaş
felsefeyi karakterize eden birinci özellik, onun yirminci yüzyılda
ortaya çıkan kimi temel durum ve oluşumlardan, örneğin modern toplumun
bilim karşısındaki ikircikli tavrından, dile yönelik ilgiden, dünya
savaşlarının yarattığı umutsuzluktan, toplumsal koşulların yarattığı
güven bunalıªmı ve yabancılaşmadan, vb, yoğun bir biçimde etkilenmiş
olmasıdır.
Çağdaş felsefeyi karakterize eden ikinci özellik, yirminci yüzyılda
filozofların Batı felsefesine Kant’tan beri damgasını bulan kurmacılık
veya konstrüktivizm ve görecilikten kaçınma çabası içine girmiş
olmalarıdır. Buna göre, Batı felsefesinde Descartes’la başlayıp,
Kant’la doruk noktasına ulaşan özne çıkışlı bir felsefe anlayışının
ardından, yirminci yüzyıl felsefesi insandan ve insanın inançlarından
bağımsız olarak varolan bir nesnel dünyanın varoluşunu kabul eden bir
felsefedir. Nesnelliği yeniªden yakalamaya çalışan çağdaş felsefe, aynı
zamanda nesnel olarak varolan bir evrenin bilgisinin mümkün Olduğunu
savunan bir felsefe olarak ortaya çıkar.
Kabaca ve genel olarak değerlendirildiğinde, çağdaş felsefede tarihsel
bir sıra içinªde ortaya çıkan 3 ayrı gelenekten söz edilebilir:
analitik gelenek
fenomenolojik gelenek
eleştirel ya da yıkıcı gelenek
Çağdaş felsefenin önemli ve büyük geleneği ise, Hobbes ve Hume’a mal
edilebilecek olan kimi felsefi kabulleri benimseyen düşünürlerin
oluşturduğu analitik gelenektir. Dünyanın çok büyük sayıda basit öğeden
meydana geldiğini, kompleks nesnelerin bu öğelere ayrıştırılabileceğini
ve bu basit varlıklarla karşılaşıldığı zaman, onların kolaylıkla
tanınıp anlaşılabileceğini öne süren bu gelenek mensupları, felsefenin
görevinin sentez değil de, dilsel ya da bilimsel veya mantıksal analiz
olduğunu öne sürer. En önemli temsilcileri arasında George Edward
Moore, Bertrand Russell, Gattlob Frege, Ludwig Wittgenstein, ve Viyana
Çevresi düşünürlerini verebileceğimiz bu gelenek realist bir tavır alıp
sağduyuya yaklaşırken, bir yandan da bilimden tarafa saf tutup
metafiziğe şiddetle karşı çıkar.
Çağdaş felsefenin ikinci geleneği ise, Alman filozofu Edmund Husserl
tarafından kurulmuş olan fenomenolojik gelenektir. Bilginin olanağına
büyük bir güçle inanırken, Kant’ın eseri olan konstrüktivizme şiddetle
karşı çıkan fenomenolojik gelenek, kendinde şeylerin bilince
göründüklerini öne sürmüştür. Bu çerçeve içinde bilince dönen ve
bilincin yönelimselliğini bilinç üzerinde yoğunlaşmanın nedeni ve haklı
kılınışı olarak değerlendiren fenomenolojik gelenek, aynı zamanda
realist bir tavırla, şeylerin karşılıªlı bağımlılığı ve ilişkisi
üzerinde durmuştur. Analitik geleneğin Hume’a yakın olduğu yerde, daha
çok Hegel’e yaklaşan fenomenolojik geleneğin en önemli temsilcileri
araªsında Martin Heidegger’le Jean Paul Sartre bulunmaktadır.
Çağdaş felsefenin üçüncü geleneği Fransız düşünürleri Michel Foucault
ve Jacques Derrida tarafından temsil edilen eleştirel ya da yıkıcı
gelenektir. Örneğin, özcülüğe, ikiciliğe, Descartesçı felsefeye, akıl
ya da lojisizme, Aydınlanma felsefesiyle pozitivizme ve dolayısıyla
bütün bir moderniteye ilişkin olarak çok ciddi ve keskin bir eleştiri
yönelten Derrida’nın son çözümlemede özcülüğe, ikiciliğe ve
akılmerkezciliğe yönelik olan eleştirisi gerçekte metafiziğe, Batı’nın
bütün bir metafiziksel düşüncesine yönelik bir kritik olmak
duruªmundadır. Başka bir deyişle, Batı düşüncesinin yüzyıllardan beri
termelinde yer kavram ve karşıtlıkları yeni baştan eleştirel bir
bakışla değerlendiren bu gelenek, Barı felsefesinin temellerini
sarmıştır.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarından başlayıp günümüze dek uzanan felsefe.
Felsefe hiçbir zaman boşlukta gelişmeyip, kültürün bir parçası olarak,
daima çağın siyasi ve toplumsal koşullarıyla ilişki içinde ortaya
çıktığına göre, çağdaş felsefenin de, yirminci yüzyılın koşullarından
etkiªlenen, yirminci yüzyıla özgü bir bakış açısı vardır. Çağdaş
felsefe içinde yer alan tüm filozoflar, aralarındaki farklılıklara
karşın, işte bu bağlamda, bir parçası oldukları modern toplumun ilgi ve
problemlerine yanıt vermek durumunda olmuşlardır. Şu halde, çağdaş
felsefeyi karakterize eden birinci özellik, onun yirminci yüzyılda
ortaya çıkan kimi temel durum ve oluşumlardan, örneğin modern toplumun
bilim karşısındaki ikircikli tavrından, dile yönelik ilgiden, dünya
savaşlarının yarattığı umutsuzluktan, toplumsal koşulların yarattığı
güven bunalıªmı ve yabancılaşmadan, vb, yoğun bir biçimde etkilenmiş
olmasıdır.
Çağdaş felsefeyi karakterize eden ikinci özellik, yirminci yüzyılda
filozofların Batı felsefesine Kant’tan beri damgasını bulan kurmacılık
veya konstrüktivizm ve görecilikten kaçınma çabası içine girmiş
olmalarıdır. Buna göre, Batı felsefesinde Descartes’la başlayıp,
Kant’la doruk noktasına ulaşan özne çıkışlı bir felsefe anlayışının
ardından, yirminci yüzyıl felsefesi insandan ve insanın inançlarından
bağımsız olarak varolan bir nesnel dünyanın varoluşunu kabul eden bir
felsefedir. Nesnelliği yeniªden yakalamaya çalışan çağdaş felsefe, aynı
zamanda nesnel olarak varolan bir evrenin bilgisinin mümkün Olduğunu
savunan bir felsefe olarak ortaya çıkar.
Kabaca ve genel olarak değerlendirildiğinde, çağdaş felsefede tarihsel
bir sıra içinªde ortaya çıkan 3 ayrı gelenekten söz edilebilir:
analitik gelenek
fenomenolojik gelenek
eleştirel ya da yıkıcı gelenek
Çağdaş felsefenin önemli ve büyük geleneği ise, Hobbes ve Hume’a mal
edilebilecek olan kimi felsefi kabulleri benimseyen düşünürlerin
oluşturduğu analitik gelenektir. Dünyanın çok büyük sayıda basit öğeden
meydana geldiğini, kompleks nesnelerin bu öğelere ayrıştırılabileceğini
ve bu basit varlıklarla karşılaşıldığı zaman, onların kolaylıkla
tanınıp anlaşılabileceğini öne süren bu gelenek mensupları, felsefenin
görevinin sentez değil de, dilsel ya da bilimsel veya mantıksal analiz
olduğunu öne sürer. En önemli temsilcileri arasında George Edward
Moore, Bertrand Russell, Gattlob Frege, Ludwig Wittgenstein, ve Viyana
Çevresi düşünürlerini verebileceğimiz bu gelenek realist bir tavır alıp
sağduyuya yaklaşırken, bir yandan da bilimden tarafa saf tutup
metafiziğe şiddetle karşı çıkar.
Çağdaş felsefenin ikinci geleneği ise, Alman filozofu Edmund Husserl
tarafından kurulmuş olan fenomenolojik gelenektir. Bilginin olanağına
büyük bir güçle inanırken, Kant’ın eseri olan konstrüktivizme şiddetle
karşı çıkan fenomenolojik gelenek, kendinde şeylerin bilince
göründüklerini öne sürmüştür. Bu çerçeve içinde bilince dönen ve
bilincin yönelimselliğini bilinç üzerinde yoğunlaşmanın nedeni ve haklı
kılınışı olarak değerlendiren fenomenolojik gelenek, aynı zamanda
realist bir tavırla, şeylerin karşılıªlı bağımlılığı ve ilişkisi
üzerinde durmuştur. Analitik geleneğin Hume’a yakın olduğu yerde, daha
çok Hegel’e yaklaşan fenomenolojik geleneğin en önemli temsilcileri
araªsında Martin Heidegger’le Jean Paul Sartre bulunmaktadır.
Çağdaş felsefenin üçüncü geleneği Fransız düşünürleri Michel Foucault
ve Jacques Derrida tarafından temsil edilen eleştirel ya da yıkıcı
gelenektir. Örneğin, özcülüğe, ikiciliğe, Descartesçı felsefeye, akıl
ya da lojisizme, Aydınlanma felsefesiyle pozitivizme ve dolayısıyla
bütün bir moderniteye ilişkin olarak çok ciddi ve keskin bir eleştiri
yönelten Derrida’nın son çözümlemede özcülüğe, ikiciliğe ve
akılmerkezciliğe yönelik olan eleştirisi gerçekte metafiziğe, Batı’nın
bütün bir metafiziksel düşüncesine yönelik bir kritik olmak
duruªmundadır. Başka bir deyişle, Batı düşüncesinin yüzyıllardan beri
termelinde yer kavram ve karşıtlıkları yeni baştan eleştirel bir
bakışla değerlendiren bu gelenek, Barı felsefesinin temellerini
sarmıştır.
F3do :: Atatürk Ve Tarih :: Felsefe
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz