F3do
Lütfen Üye Olunuz...!!!

Join the forum, it's quick and easy

F3do
Lütfen Üye Olunuz...!!!
F3do
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Mükemmel Türk Arşivi

Aşağa gitmek

Mükemmel Türk Arşivi Empty Mükemmel Türk Arşivi

Mesaj tarafından chatlak C.tesi Kas. 01, 2008 1:24 am

(devletler,beylikler ve Türkler hakkında herşey)


İslâmiyetten Önce Türkler

Türkler, dünyanın en eski, asil, büyük devletler kurup, pek çok ünlü
şahsiyetler yetiştiren medenî milletlerinden biridir. Türkler, Nuh
peygamberin oğullarından Yâfes'in Türk adlı oğlunun neslindendir.
Tarihî şahıs, boy ve millet adlarının oluşumuna göre, Türk kelimesinin
aslı "türümek" fiilinden gelmektedir. Bu fiilden türetilmiş, kişi ve
insan anlamında "türük" ve nihayet hece düşmesiyle "Türk" kelimesi
ortaya çıkmıştır. Nitekim Anadolu'da bir kısım göçebeler de yürümekten
"yürük" adını almışlardır. Türk kelimesi, ayrıca, çeşitli kaynaklarda;
"töreli, töre sahibi, olgun kimse, güçlü, terk edilmiş, usta demirci ve
deniz kıyısında oturan adam" manâlarında kullanılmaktadır.

Coğrafî ad olarak Turkhia (Türkiye) tabiri ise altıncı yüzyıldaki
Bizans kaynaklarında, Orta Asya için kullanılmıştır. Dokuzuncu ve
onuncu asırlarda, Volga'dan Orta Asya'ya kadar olan sahaya denilirdi.
Bu da Doğu ve Batı Türkiye olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Doğu Türkiye,
Hazarlar'ın; Batı Türkiye ise Türk asıllı Macarların ülkesiydi.
Memluklar'ın ilk zamanlarında, Mısır'a da Türkiye deniliyordu.
Selçuklular zamanında, onikinci yüzyıldan itibaren Anadolu'ya Türkiye
denilmeye başlandı. Türk kelimesini, Türk devletinin resmî adı olarak
ilk defa kullanan, yedi ve sekizinci yüzyıllarda hüküm süren (681-745)
Göktürk Devleti'ydi.

Bilinen en eski Türk kavmi, Çinlilerin Hiung-nu dedikleri, M.Ö. 3.
asrın başından itibaren tarih sahnesinde görülen Hunlardır. Bu kavmin
anayurdu, Tienşan'ın kuzey kesimiyle batıdaki Altay Dağları, Orta
Urallar ve Hazar Denizi'nin kuzey hudutları içinde kalan vadideydi.
Şenyu denilen hükümdarlarının ordugâhı, Orhun Irmağı kıyısında
bulunuyordu. Nüfus çoğalması ve fetih isteği gibi iki büyük sebeple
yayılmaya başladılar ve Çin hudutlarına kadar olan bölgeyi ele
geçirdiler.

İslamiyetten Önce Türk Devletleri:

Türklerin kurduğu en eski devlet olan Hun İmparatorluğu, aynı zamanda,
Türk askerî teşkilat ve idareciliğinin de ilk örneğidir. Osmanlılar
zamanı dahil olmak üzere, bütün tarih boyunca Türk teşkilatının baş
kaidesi olan, sağ ve sol ikili nizam, Hunlar tarafından kurulmuştur.
Hun ordusu, on bin, bin, yüz ve on kişilik gruplar halinde, onlu
sisteme göre oluşturulmuştu. Keçe çadırları içinde oturuyor ve
besledikleri koyun, at ve sığır sürülerinden elde ettikleri ile
geçiniyorlardı.

Hunlar, M.Ö. 3. yüzyılın sonlarında, Sarı Irmağın kıvrım yaptığı alana
gelerek, Çin içlerine doğru akınlara başladılar. Çinliler, bu Türk
kavminin süvarileri karşısında tutunamayıp, ağır yenilgilere uğradılar.
Böylece Çin hakimi olan Ti-şin hanedanı, Çin Seddi'ni tamamlamaya
çalıştı.

Türk kavimlerini toplayıp, imparatorluk halinde birleştiren ilk büyük
Hun hükümdarı, Teoman Yabgu'dur (M.Ö. 220). Teoman Yabgu'dan sonra, Hun
tahtına oğlu Mete Yabgu geçti. Mete Han zamanında yapılan fetihlerle,
Hun İmparatorluğunun toprakları, Hazar Denizinden Japon Denizine kadar
uzandı. Bu topraklarda, çeşitli Türk kavimlerinin yanısıra, diğer
Altaylı kavimler de yaşıyordu. Mete devri, Hun İmparatorluğunun en
parlak devri oldu (M.Ö. 209-174).

Mete Han'dan sonra gelen yabgular zamanında, Çinlilerle ilişkiler
arttı. Özellikle evlenme yoluyla, Türk ve Çin hükümdar aileleri
arasında yakınlıklar doğdu. Bu yakınlıklar, Hunların iç işleri
bakımından bir çok karışıklıklara yol açtı. Buna rağmen Hun
İmparatorluğu, M.Ö. 1. yüzyıla kadar üstünlüğünü devam ettirdi. Bu
yüzyılda ise, Türk beyleri arasında taht kavgaları gittikçe arttı.
Çinliler de bu kavgalardan faydalanarak, Türkleri zayıflatmayı
bildiler. Neticede Hunlar, Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı.
Bunlara, Güney ve Kuzey Hunları da denir. M.S. 3. yüzyılın başlarında,
başka bir Türk kavmi olan Siyenpiler, Hunlarla iktidar mücadelesine
giriştiler. Sonunda Moğolların ve bazı Türk boylarının da yardımıyla,
Hunların hakimiyetine son verdiler. Büyük Hun İmparatorluğu, tarihte
bilinen eski imparatorlukların en büyüğüydü.

Siyenpiler'le yaptıları savaşları kaybettikten ve Asya'daki Büyük Hun
İmparatorluğu dağıldıktan sonra, Hunların bir kısmı, Dinyeper nehriyle
Aral Gölünün doğusu arasındaki bölgeye yerleştiler ve 4. yüzyılın
ortalarına kadar orada yaşadılar. Çin'den gelen Hun kitleleriyle
çoğalan ve uzunca bir süre sakin bir hayat yaşamak suretiyle güçlenen
bu Hunlar, iklim değişikliği ve geçim şartlarının bozulması sebebiyle,
bu tarihten itibaren Batı'ya göç etmeye başladılar. O tarihlerde,
Karadeniz kuzeyindeki düzlükler, bir Cermen kavmi olan Gotların işgali
altındaydı. Don-Dinyeper nehirleri arasında Doğu Gotları (Ostrogotlar),
batısında ise Batı Gotları (Vizigotlar) bulunuyordu. Daha batıda
Transilvanya ve Galiçya'da Gipidler, bugünkü Macaristan'da Tisa Nehri
havalisinde Vandallar vardı. Hun başbuğu Balamir'in idaresinde, hayret
edilecek bir hareket kabiliyeti ve gelişmiş bir süvari taktiğiyle
hareket eden Hunlar, Önce Doğu, sonra da Batı Gotlarla karşılaştı.
Yerlerinden kopan bu kavimler, batıya doğru hızla akarak, Roma
İmparatorluğu topraklarını, Kuzey Karadeniz'den İspanya'ya kadar her
tarafı alt üst ettiler. Böylece, Avrupa'nın etnik manzarasını
değiştiren ve tarihte Kavimler Göçü denilen hadise meydana geldi. Âni
ve şiddetli Hun darbelerinin, beklenmedik şekilde ortaya çıkan Hun
akıncı birliklerinin, Doğu Avrupa kavimleri arasında uyandırdığı
dehşet, Batı dünyasında büyük yankılar yaptı. Hunlar aleyhine, Latin ve
Grek kaynaklarından inanılmaz rivayet ve hikâyelerin çıkmasına ve
yayılmasına sebep oldu.

Hunlar (Bkz. Avrupa Hun İmparatorluğu), 378 yılı baharında Tuna'yı
geçtiler ve Romalılardan direniş görmaksizin Trakya'ya kadar
ilerlediler. Bu arada daha büyük bir Hun kütlesi, Kafkaslar üzerinden
Anadolu'ya yöneldi. Bu ikinci akıncı kolu, Güney Anadolu'dan Suriye'nin
Akdeniz kıyılarına ve Kudüs'e kadar yıldırım hızıyla ilerledi.
Sonbahar'da aynı yoldan Azerbaycan'a döndü. Batı'da ise Balamir'in oğlu
Ildız'ın komutasındaki Hun süvari birlikleri, Bizans İmparatorluğunu
barışa zorladı. Ildız'dan sonra hun tahtına geçen Karaton ve Rua
zamanlarında da Bizanslılar, Hunlara vergi ödedi. Rua'nın 434'te ölmesi
üzerine devletin başına Attila geçti. Attila zamanında Hunların
hakimiyeti, Volga Nehrinin doğusundan bugünkü Fransa'ya kadar uzandı.
Yönetimleri altında, çeşitli Türk boyları da dahil olmak üzere kırkbeş
kavim yaşıyordu. Bunların çoğu, şimdiki Avrupa milletlerinin
dedeleridir. Bizans, Hunlara verdiği vergiyi üç katına çıkardı. Attila,
451'de Hristiyan dünyasının merkezini zaptetmek üzere, yüz bin kişilik
ordusuyla Roma önüne geldi. Ancak, Attila'nın önünde diz çöken ve
Roma'nın kendisine boyun eğdiğini bildiren papa, kentin kurtarılmasını
sağladı.

Attila'nın ölümünden sonra tahta çıkan oğulları İlek, Dengizik ve İrnek
dönemlerinde, Hun birliği parçalandı. Ayaklanan Cermen kavimleriyle
yapılan savaşlar, Hunları yordu. Sonuçta Orta Avrupa'da tutunmanın
zorluğunu gören İrnek, Hunların büyük kısmı ile, Bizans'tan geçiş izni
alarak Karadeniz'in batı kıyılarına döndü. İrnek idaresindeki Hunların,
önce Güney Rusya düzlüklerinde görülen, sonra Balkanlarda ve Orta
Avrupa'da birer devlet kuran Bulgarlarla Macarların oluşumunda büyük
rol oynadığı anlaşılmaktadır. Geleneklere göre, Bulgar Türk Devletinin
kurucusu Dulo sülalesiyle Macar kabilelerini Tuna boyuna getirerek
orada yerleştiren Arpad Hanedanı, İrnek'i ata tanımaktadırlar.

Hunların büyük kısmı, Volga'dan batıya geçerken, onlardan bir kısmı
olduğu ileri sürülen Ak Hunlar, 4. yüzyılda Batı Türkistan'a göçerek,
burada Ak Hun devletini kurmuşlardı. Ak Hunlar, 441 senesinde
Semerkand, Buhara ve Belh çevresini ele geçirerek, İran Sâsânî
Devletiyle komşu oldular. Bir süre sonra Horasan'a sefer düzenleyen
Türkler, Sâsânî hükümdarı Şehinşah Firûz'u mağlup ettiler. Ak Hunlar,
bu parlak zaferden sonra tam bir asır Türkistan ve Afganistan'ın
kudretli hakimi olarak hüküm sürdüler. 6. Asrın başlarında Ak Hunlar,
ülkelerini Göktürklere bırakmak zorunda kalarak, onların tâbiiyeti
altına girdiler.

M.S. 3. yüzyıl başlarında, Türklerin Tabgaç Hanedanı, Kuzey Çin'de
güçlü bir siyasî teşekkül meydana getirerek, Asya Hunlarının yerini
aldı. Tabgaç hakimiyeti, hükümdar Kuei zamanında (385-409) Pekin'e
kadar uzandı. Bu durum, Tabgaçların Çin'le çok fazla yakınlık
kurmalarına ve onların hayatlarına alışmalarına yol açtı. O kadar ki,
bazı Tabgaç yabguları, Çinlilere hayranlıkları yüzünden kendi
halklarını ve kültürlerini hor gördüler. Bu durum, Tabgaçların, Çin
kültürü ve Çin kalabalığı içinde eriyip gitmelerine sebep oldu. Onların
yerine 4. asrın sonunda, iktidar, Avar hanedanının eline geçti.

Avar Türkleri, önceleri Hun ve Tabgaç hanedanlarının hakimiyeti altında
yaşıyorlardı. Tabgaç iktidarının zayıflamasıyla Orta Asya hakimiyetini
ele geçiren Avar Hanedanı, 4. yüzyıl sonundan 6. yüzyıl ortasına kadar
devam etti. Avar kağanları hem doğuda, hem batıda fetihler yapmışlar,
esas olarak Çin'le uğraşmışlardır. Avar Devleti, Onabay Kağan zamanında
Göktürklerin isyanı üzerine yıkıldı (552). Göktürkler karşısında
uğranılan başarısızlık üzerine, Avar kitleleri batıya doğru çekildiler.

558 yılında, Sabarlar'ın hakimiyetini yıkıp, Kafkaslara doğru
ilerlediler. Buradaki İranlı Alanları egemenlikleri altına aldıktan
sonra, Bizans'a elçi gönderek yıllık vergi ve kendilerinin
yerleşebilecekleri arazi istediler. Bu arada Dalmaçya'da ve
Balkanlar'da geniş çaplı bir fetih hareketine giriştiler. Bizans
İmparatoru, Avar akınını durdurmak maksadıyla, Aşağı Tuna havzasında,
başta Antlar olmak üzere, bazı Slav ülkelerinde bir set kurmaya
çalıştı. Fakat 562'de bu engeli rahatlıkla aşan Avarlar, Bizans'la
sınırdaş oldular. Avrupa içlerine büyük akınlarda bulundular. Bizans
İmparatorunun vergi ödememesi üzerine Orta Karpatlara girdiler. 568'de,
bugünkü Macaristan'ı tamamen hakimiyetleri altına aldılar. Böylece Orta
Avrupa'da büyük Avar İmparatorluğu kuruldu. Devletin sınırları, Elbe
Vadisi ve Alp Dağlarından Don Nehrine kadar uzanıyordu.

Avar Hakanlığının ikiyüz yıl kadar süren hakimiyeti devrinde en mühüm
askerî teşebbüsleri, İstanbul'u kuşatmalarıdır. 619 ve 626 yıllarında
iki defa olmak üzere, Sâsânîlerle ortak yapılan bu kuşatmalar çok
şiddetli geçti. Surlar önünde çarpışmalar günlerce sürdü. Ancak Avar
ordusu kuşatmadan, donanması olmadığı için bir sonuç alamadı. Güç
şartlar altında çekilmek zorunda kaldı. Avarların, Bizans başşehrinde
büyük heyecan uyandıran özellikle ikinci harekâtı, tarihî birtakım
hatıralar da bıraktı. Avarların çekildiği gün, Bizans'ta bayram ilan
edildi ve kiliselerde âyinler asırlarca devam etti. Diğer taraftan
İstanbul kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanması, Avar Hakanlığının
itibarını sarstı. Tâbi kavimler başkaldırmaya ve dağılmaya başladılar.
Uzun mücadeleler neticesinde, Balkanlar Bulgaralara, Tuna-Sava bölgesi
Hırvat-Sloven gibi Slav kabilelerine, Bohemya sahası da Çeklerin
atalarına terkedildi. Zayıflayıp küçülmesine rağmen Avar Hakanlığı,
yaklaşık 170 yıl daha varlığını korudu. Fakat, 791'den itibaren Frank
İmparatorluğunun amansız hücumları sonunda tamamen ortadan kalktı(805).
Parçalanan Avar grupları, Doğu Macaristan ve Balkanlara dağılıp kısa
zamanda Hıristiyanlaşarak ve dillerini unutarak, yerli halk içinde
eridi.

Türk sözünü ilk defa resmî devlet adı olarak kullanan ve onu bütün bir
millete ad olarak vermek şerefini kazanan Göktürk Kağanlığı, Doğu
Sibirya'daki Yakut Türkleriyle batıdaki Ogur (Bulgar) Türklerinin bir
bölümü dışındaki Türk asıllı bütün kütleleri, kendi idarelerinde
birleştirdiler.

Göktürklerin tarih sahnesine çıktıkları sıralarda, Altay Dağlarının
doğu eteklerinde, toplu bir halde, geleneksel sanatları olan
demircilikle uğraştıkları ve Juan-Juan Devletine silah imal ettikleri
bilinmektedir. 552'de Juan-Juan Devletinin çökmesi üzerine Göktürklerin
boy beyi Uluç Yabgu'nun oğulları Bumin ve İstemi Kağanlar, Ötüken
merkez olmak üzere devleti kurdular. Avar Kağanlığını yıktılar. Bumin
Kağan, devletin doğu bölgesine, İstemi Kağan da batı bölgesine hükümdar
oldu.

Doğu Göktürkler, siyasî bakımdan hep Çin'le karşı karşıya geldiler.
Çin'le sık sık savaşlar yapılıyor, arada uzun sürmeyen barış dönemleri
geliyordu. Doğu Göktürk Devletinin başına Bumin Kağan'dan sonra
sırasıyla, İstemi Kağan, Kara Kağan, Mukan Kağan, Tapo Kağan, İşbara
Kağan, Çur Bağa Kağan, Tulan Kağan, Bilge Tardu Kağan, Türe Kağan, Şipi
Kağan, Çuluk Kağan ve Kara Kağan geçti. Bu Göktürk kağanları da önceki
Türk hükümdarları gibi, Çinli prenseslerle evleniyorlardı. Çinliler ise
zaman zaman gönderdikleri elçilerle, zaman zaman da bu Çinli hatunlar
sayesinde Göktürk ülkesinde siyasî karışıklıklar ve parçalanmalar
meydana getirebiliyordu. Nitekim Çinli İçing Hatunla evlenen Kara
Kağan, onun etkisinde kalarak Çin'e savaş açtı (630). Yapılan
savaşlardan birinde Kara Kağan esir düştü ve Türkler, Çin hakimiyetini
tanımak zorunda kaldılar.

Göktürklerin en buhranlı zamanında açılan bu savaş, Kara kağan ve onbinlerce Türkün esareti ve devletin yıkılmasıyla sonuçlandı.

582'de Doğu Göktürk Hakanlığı'ndan kesin olarak ayrılan; Ötüken, Batı
Moğolistan, Aral Gölü havalisi, Kaşgar, Mâverâünnehir ve Merv'e kadar
Horasan sahaları üzerinde hakim bulunan Batı Göktürk Hakanlığı'nın
hakimiyeti de uzun sürmedi. Tardu Kağan'dan sonra ülke, şehzadeler
arasında taht kavgalarına sahne oldu. Nihayet 630 yılı, Doğu
Göktürklerinin olduğu gibi Batı Göktürklerinin de Çin hakimiyeti altına
girdiği bir devir oldu.

630-680 yılları arasındaki 50 yıllık zaman, Göktürklerin
bağımsızlıklarını kaybettikleri bir mâtem devresi oldu. Her ne kadar
Orta Asya'da Türkler varlıklarını, dil, inanç ve geleneklerini
korumuşlarsa da, müstakil bir devletten mahrumiyet, Göktürkler için
haysiyet kırıcı bir ıstırap kaynağıydı. Kitabelerden anlaşıldığına
göre, Göktürkleri bu felâkete düşüren sebepler, üç noktada
toplanmaktadır:

1. Sonra gelen devlet adamlarının kötü idaresi. "Kağan bilge imiş,
cesur imiş; buyrukları bilge imiş, cesur imiş. Beyleri de kavmi de iyi
imiş, böylece ülkeyi tutup töreye göre tanzim etmişler. Sonra
kardeşler, oğullar kağan olmuş, küçük kardeş büyük kardeş gibi
olmadığı, oğul babası gibi olmadığı için, bilgisiz kağanlar tahta
oturmuşlar, buyrukları da bilgisiz, fena imiş... Türk beyler, Türk
adını atmışlar, Çin beylerinin adını almışlar. Çin hakanına boyun
eğmişler, elli yıl işlerini güçlerini ona vermişler."

2. Türk kavminin yanlış tutum ve davranışı. "Türk budunu... Sen aç
olduğun zaman tokluğunu düşünemezsin, tok olduğun zaman açlık nedir
bilmezsin. Bu sebeple hakanın iyi sözlerine kulak vermedin, yurdundan
ayrıldın, harap, bitkin düştün. Müstakil hanlığına karşı kendin
yanıldın. Doğuya gittin, batıya gittin, kutlu yurt Ötüken'i terk ederek
gittiğin yerlerde ne yaptın? Su gibi kan akıttın. Kemiklerin dağlar
gibi yığıldı. Türk budunu, kendi hakanını bıraktı, hüküm altına girdi.
Hüküm altına giren Türk budunu öldü, mahvoldu."
chatlak
chatlak
Genel Yetkili
Genel Yetkili

Kadın
Mesaj Sayısı : 1083
Nerden : Kocaeli/Gebze
Lakap : sweeti
Ruh Hali : Mükemmel Türk Arşivi Uykulu10
Rep : 70
Kayıt tarihi : 05/10/08

https://f3do.yoo7.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Mükemmel Türk Arşivi Empty Geri: Mükemmel Türk Arşivi

Mesaj tarafından chatlak C.tesi Kas. 01, 2008 1:24 am

3. Çinlilerin bölücü ve yıkıcı propagandası. "Çin kavminin sözü tatlı,
hediyesi güzel imiş. Tatlı sözü, güzel hediyesi, uzak kavimleri
yaklaştırır imiş. Sonra da fesat bilgisini orada yayarmış. İyi, bilge
kişiyi yürütmez imiş. Onun tatlı sözüne, güzel hediyesine kapılan çok
Türk kavmi öldü."

Millet, kendisine de şöyle sesleniyordu: "Ülkeli bir kavim idim, şimdi
ülkem nerede? Hakanlı bir kavim idim, hakanım nerede?" Bu düşünceler
içindeki Türk prensleri, zaman zaman ihtilâl girişimlerinde
bulundularsa da, hepsi kanlı bir biçimde bastırıldı. Bu hareketler
arasında en hayret verici olanı, 639 yılında Kürşad'ın ihtilâl
teşebbüsüdür. T'ang imparatorunun saray muhafız kıtası subaylarından
olan Göktürk prensi Kürşad, Türk devletini diriltmek için, 39 arkadaşı
ile gizlice anlaştı. Bazı geceler şehirde dolaşmaya çıkan imparator,
yakalanarak kaçırılacaktı. Fakat plânın tatbik edileceği gece ansızın
patlayan fırtına yüzünden, İmparator saraydan çıkmadı. Kararın
geciktirilmesini mahzurlu gören Kürşad ve arkadaşları bu defa doğruca
saraya yürüdüler. 40 Türk, sarayı ele geçirip, başkente hakim olmayı
düşünüyorlardı. Yüzlerce muhafız telef edildiyse de, dışarıdan
sevkedilen orduyla başa çıkılamadı. Bunun üzerine saray ahırlarından
seçme atları alarak Vey Irmağına doğru çekildiler. Ancak, fırtına ve
sel, köprüleri de yıkıp götürmüştü. Irmak kenarında Çin ordusuyla
savaşa tutuşan Kürşad ve arkadaşları, birer birer ecel şerbetini içerek
bu dünyadan göçtüler.

Kürşad liderliğindeki kırk yiğit, başarısız kaldılarsa da, Türk
milletinin kalbindeki sönmez istiklâl ateşini tutuşturdular. Onlardan
sonra bu ateşle yanan Türkler, her fırsatta baş kaldırdılar. Birkaç kez
daha başarısız ihtilâl girişiminden sonra, nihayet 682 yılında Kutlug
Şad, etrafına topladığı Türklerle bağımsızlığını ilân etti. Dağılmış
boyları bir araya topladı. Bu sebeple İlteriş unvanını aldı. Çinli bir
prensesle değil, bir Türk kızıyla evlendi. Bilge Han ve Kültigin adında
iki oğlu oldu. Kutlug ölünce yerine kardeşi Kapagan Han kağan oldu.
Yirmiiki yıl saltanat süren Kapagan Kağan'ın ölümünden sonra ülke
karışıklıklar içinde kaldı. Bunun üzerine İlteriş Kutlug Kağan'ın
oğulları Bilge Han ve Kültigin birleşerek idareyi ele aldılar. Bilge
Han kağan, Kültigin ise ordu kumandanı oldu. Böylece Türk tarihinde ilk
defa iki kardeş, devlet idaresinde birlikte hareket etmiş ve hiçbir
kıskançlık duymadan birbirlerine yardım etmiş oluyorlardı. Bilge Kağan
ile Kültigin, iç ve dış bütün tehlike ve tehditleri ortadan
kaldırdılar. Başkaldıran herkese boyun eğdirdiler. Ülkenin, milletin ve
devletin birliği sağlandı.

Göktürkler devrinin en önemli eseri, Orhun Âbideleri'dir. Göktürk
yazısı ile yazılan üç âbide, 725-735 yılları arasında diktirilmiştir.
Burada Bilge Kağan ile kardeşi başkumandan Kültigin'in ve Bilge
Kağan'ın kayınpederi olan Vezir Bilge Tonyukuk'un, bir ara Çin
esaretine düşen Türk devletini yeniden kalkındırmak için gösterdikleri
gayretler anlatılır ve gelecek Türk nesillerinin bu tecrübelerden
faydalanmaları istenir. Ayrıca istiklâl fikri verilir. 745'te
Göktürklerin yıkılması üzerine, Uygur hanedanı, büyük Türk Hakanlığı
tahtına geçti. Uygurlar devrinde, Türkistan tamamen Türkleşti ve İranlı
unsurlar, dillerini bırakarak eridi. Bir kısmı da batıya çekildi.
840'ta kuzeyden gelen Kırgızlar, Uygurları bugünkü Moğolistan'dan
sürünce, Doğu Türkistan'a yerleştiler. İlk Uygur hakanı olan Kutluk
Bilge Kül Kağan, atalarının inancındaydı.

Uygurlar devrinde Türklük, bir din arayışına girdi. Aralarında
Manihaizm, Budizm, hattâ Hıristiyanlık yayıldı. Bu devirde Türkler,
yerleşik medeniyete geçerek, Doğu Türkistan'da pek çok şehir kurdular
ve kurulu şehirleri genişlettiler. Uygur alfabesiyle binlerce eser
tercüme edildi. Kâğıt ve matbaa kullandıkları için, bazı kitapları
günümüze kadar ulaşan Uygurlar, bugünkü Moğolistan'ı kaybettikten
sonra, imparatorluk olmaktan çıktılar. Türkistan ve Kansu'da yaşayan
bir Türk hânedanıyken, 840'ta Karahanlı hakimiyetine girdiler.

468'den 965'e kadar, diğer bir Türk kavmi olan Hazarlar, Kuzey
Karadeniz ve Kafkasya'da, kudretli, yüksek kültrülü bir hakanlık
kurdular. Bir kısmı Müslüman olan Hazarların kağan denilen hakanları,
daha çok Musevî dinine girdiler ve bu dine giren yegâne Türk kitlesini
teşkil ettiler.

Diğer taraftan, Avarlar'dan sonra 10. asırda Peçenekler, Balkanlar ve
Karadeniz'in kuzeyinde güçlü bir devlet kurdular. Peçenekleri takiben,
Uzlar ve Kıpçaklar Avrupa'ya yerleşerek, Balkanlar'da bir müddet
hakimiyet sürdükten sonra, Hıristiyan olup Slavlaşarak, Türklüklerini
kaybettiler.

8. asırla 13. asır arasında yaşayan en tanınmış Türk kavimleri;
Uygurlar, Kırgızlar, Kıpçaklar, Karluklar, Peçenekler ve Oğuzlardı.
Uygurlar, Göktürkler zamanında Altay Dağlarının kuzeydoğusunda
yaşıyorlardı. 745'te Göktürk hânedanına son vererek, kendi
hânedanlıklarını kurdular. Göktürkler zamanında Baykal Gölü ile Yenisey
arasındaki Sayan Dağları havalisinde yaşayan Kırgızlar, daha ziyade
mavi gözlü ve sarışın idiler. 9. ve 10. asırda, Müslüman tüccarlar
vasıtasıyla İslam'ı kabul ettiler. Kıpçaklar, Büyük Kimek kavminin en
önemli koluydu. 11. asrın ikinci yarısında Sirüderya (Seyhun) Irmağının
kuzeyindeki bozkırın önemli bölümüne hakim oldular. Moğol istilâsı
sırasında esir alınan genç Kıpçak Türkleri, İslâm ülkelerine
satılmıştır. Bunlar; Bağdat Abbasî halifeleri, Türkiye Selçukluları ve
Eyyubîler'in hâssa ordularında hizmet etmişler ve 1250 yılında,
Mısır'da asırlarca devam edecek olan Memlûk Devletini kurmuşlardır.

Karluklar, Göktürk İmparatorluğuna dahil en önemli Türk kavimlerinden
birisiydi. Göktürkler zamanında, Balkaş Gölü'nün doğu kıyıları ile Kara
İrtiş Irmağı kıyılarında oturuyorlardı. 9. asrın ortalarından 13. asra
kadar Ceyhun ve Tarım Irmağı ve Balkaş Gölü arasındaki Türk ülkelerini
idare eden Karahanlı Hânedanı, Karluk kavmindendir.

Oğuzlar, Türk camiasının belkemiğini teşkil eden en mühim ve en büyük
koldur. Tarihteki en büyük ve en muhteşem devletleri onlar kurdular.
Göktürkler, Selçuklular ve Osmanlılar, Oğuzlar'ın birer koluydu.
chatlak
chatlak
Genel Yetkili
Genel Yetkili

Kadın
Mesaj Sayısı : 1083
Nerden : Kocaeli/Gebze
Lakap : sweeti
Ruh Hali : Mükemmel Türk Arşivi Uykulu10
Rep : 70
Kayıt tarihi : 05/10/08

https://f3do.yoo7.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Mükemmel Türk Arşivi Empty Geri: Mükemmel Türk Arşivi

Mesaj tarafından chatlak C.tesi Kas. 01, 2008 1:25 am

üslüman Türk Devletlerinde Kültür ve Medeniyet

İlk Müslüman Türk devletlerinden olan Karahanlılar'da, ülkenin doğusunu
idare eden büyük hakana Arslan Han adı verilirdi. Onun hakimiyeti
altında batı bölgelerini, Buğra unvanını taşıyan diğer bir han idare
etmekteydi. Sonra devlet merkezinde hakanlara vekâlet eden, Erkan,
Sagun gibi unvanlar alan İligler ve tekin diye anılan şehzadeler
geliyordu. Ayrıca bir danışma kurulu vardı.
Hükümdarlığı halife tarafından tasdik edilen Gazneli Mahmud, sultan
unvanını ilk defa kullanan hükümdar olarak bilinir. Daha sonra bu
unvan, bütün Müslüman devlet başkanları tarafından kullanılmıştır.
Anadolu Türkmen beyliklerinde, atabeyliklerde de sultan unvanı
kullanılmıştır. İslamiyet'te devlet başkanı olan halife, peygamberin
vekili olduğu için, bütün Müslümanların başı durumundaydı. Türk cihan
hakimiyeti düşüncesi, güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar,
dünyanın, Türk hükümdarı tarafından idare edilmesi gerektiği esasına
dayanıyordu. 11. asır yazarlarından Kaşgarlı Mahmud şöyle demektedir:
"Allah, devlet güneşini Türklerin burcunda doğdurmuş, göklerdeki
dairelere benzeyen devletleri onun saltanatı etrafında döndürmüş,
Türkleri yeryüzünün hakimi yapmıştır."

Oğuz destanındaki ok motifi, Göktürk Kitabeleri'nde zaptı düşünülen
istikametlere önceden prenslerin tayin edilmesi, Türk kültüründeki
cihan hakimiyeti ülküsünün işaretiydi. Selçuklular, Dandanakan
Savaşı'nın hemen arkasından bir savaş meclisi toplamışlar ve burada
fütuhat yönlerini ve görev alacak başbuğları kararlaştırmışlardır.
Malazgirt Savaşı ve Anadolu'nun fethi de, cihan hakimiyeti ülküsünün
bir sonucu idi.

Türk sultanları, topluluklar arsında sosyal, kültürel dînî müsamaha
bakımından herhangi bir fark kabul etmemişler, herkese eşit hak ve
adalet tanımışlardır. Müslüman Türk devletlerinde, çeşitli boylara
mensup, türlü diller konuşan ve ayrı dinlere mensup olanların
kültürlerine dokunulmamıştır. Bu prensip, Osmanlı Devleti devrinde de
devam etmiştir. Türklerin, İslam kültürünü tam anlamıyla benimsemeleri
neticesinde, İslamiyet Türkler için başlıca dayanak haline gelmiştir.
Haçlı orduları, Hıristiyanlık davasıyla harekete geçerek İslam
ülkelerini ağır tehdit altına aldıkları zaman ve daha sonra, asırlarca
süren bu batılı zihniyet karşısında, Türkler için Müslümanlık, en büyük
güç kaynağı oldu. Böylece Türklüğü yükseltmek ve İslam'ı yaymak
düşüncesi, fetihleri Hıristiyan dünyasına dönük Osmanlı Devletinde, en
yüksek seviyeye ulaşmıştır.

Müslüman Türk devletlerinde, kendilerine bir bölgenin idaresi verilen
hanedan üyeleri, melik diye anılırdı. Bunlar yarı müstakil bir şekilde
hareket ederlerdi. Bulundukları bölgede, asıl devlet merkezindekine
benzer bir dîvan kuruluşuna da sahiptiler. Ayrıca vezir ve askerî
kuvvetleri vardı. Halife, sultan ve kendi adlarına hutbe okuturlar,
bağlı olarak para bastırırlardı. Bu melikler, merkezdeki sultan
tarafından temsil edilen yüksek iktidarı tanırlardı. Siyasî temasları
veya giriştikleri savaşları, asıl devletin ana siyaseti çerçevesinde
yürütürlerdi. Ancak melik olmak, ülkenin bir parçasını şahsî mülk
haline getirmek ve onu kendi keyfine göre idare etmek değildi.

Hükümdarın vefatı veya şiddetli bir dış istilâ gibi hâdiseler sonucu,
merkezde iktidar boşluğu olunca, devlet bütünlüğü bozulmaya yüz tutar,
iktidara sahip olmak için şehzadeler birbiriyle mücadeleye girişirdi.
Bu durum, Selçuklu Devletinin daha uzun ömürlü olmasını önlemiştir.
Ancak Osmanlılar, bunu göz önüne alarak hakimiyetin bölünmemesini
prensibini gerçekleştirip, devleti altı asırdan fazla ayakta
tutabilmişlerdir. Aynı husus Göktürkler'de, İlteriş Kağan ile kardeşi
Kapagan Kağan'ın çocukları arasında da görülmüştür.

Büyük Selçuklu Devleti zamanında, Türk medeniyeti çok yüksek bir
seviyeye ulaşmıştır. Selçuklu sultanları, devleti adaletle idare etmeye
büyük önem verirler ve devletin dev***** bunda görürlerdi. Sultanlar,
haftanın belirli günlerinde, devlet ileri gelenleri kabul ederlerdi.
Halkın şikâyetlerini dinler, devlete karşı işlenen suçlara bakan yüksek
mahkemeye başkanlık yaparlardı. Saray teşkilatı, doğrudan sultanın
şahsına bağlıydı ve görevlilerin hepsi onun en güvenilir adamları
arasından seçilirdi.

Türkler devlet kurdukları zaman, Ortadoğu'daki kültür çevresinin en
önemli unsuru din idi. İslam'ın emirlerinden biri de bu dini yaymaktı.
Aslında cihad inancı, Türklerin fetih düşüncelerine de uygun düşüyordu.
Bu bakımdan bu yolda mücadeleye girişen Karahanlılar,
Mâverâünnehir'deki eski kültür merkezleri Buhara ve Semerkand'da
yaptıkları gibi, daha doğuda Balasagun ve Kaşgar'da İslamiyet'i
yaygınlaştıran müesseseler meydana getirmişlerdi. İç Asya'nın dağlık
bölgelerinden gelen Türklere, Müslüman olmaları için hanlık arazisinde
yer verilmişti. Karahanlı idarecileri, en çok Uygurlar'ın Müslüman
olmasını hedef almışlardı. Maniheist ve Budist olan bu Türk
topluluğunun, İslam'a kazandırılmasını istiyorlardı.

Gaznelilerde de devlet-halk birliğini sağlayan ilk unsur İslamdı.
Gazneliler; Afganlılar ve Gurlularla çetin muharebelere girişerek,
onları İslam'a kazandırmaya çalışıyorlardı. Müslümanlık, Sultan
Mahmud'un oğulları ve Delhi sultanları vasıtasıyla daha da
yaygınlaştırılmıştı. Anadolu'nun fethinde tam bir cihad havasına
girilmişti. Bizans topraklarının kurtarılması gerektiği yolundaki İslam
dünyasında mevcut genel kanaat, Türk başbuğlarına güçlü bir manevî
destek sağlamıştır. Böylece gelişen Türk birliği şuuru, Haçlıların
bütün gayretlerini boşa çıkardı. Moğol istilâsına da aynı güçle karşı
konuldu.

Müslüman Türk devletleri, Rafızîlik inancına düşen İranlılarla çok
uğraşmışlardır. Türk sultanları, siyasî birlik yanında manevî birliği
de kurup yaşatmak gerektiğine inanmışlardı. Selçuklu sultanları, Mısır
Memlûk Devleti sultanları, Delhi Türk Sultanlığı, Türkmen beylikleri,
Atabeylikler, Timurlular ve Akkoyunlular da aynı yolda yürüdüler. Fakat
bu muazzam siyaset, Moğol istilâsıyla ağır bir darbe yemiş, Orta
Doğu'yu işgal hareketine katılan Moğol idarecileri ve kitlelerinin
büyük çoğunluğu putperest ve kısmen de Hıristiyan oldukları için,
Müslümanlara hiçbir din hürriyeti tanınmamıştır. Ayrıca Moğollar, İslam
dünyasında, kendi hakimiyetleri uğrunda din adamlarına ve halka büyük
zulüm ve işkence yapmışlardır.

Müslüman Türk devletlerinde din ve fen ilimlerinin gelişmesi için çok
gayret harcanmıştır. Gazne, Delhi kültür çevresinde tanınmış Türk
âlimleri yetişmiş, müspet ilimler sahasında da büyük ilerlemeler
kaydedilmiştir. Trigonometrinin kurucularından Birunî ve İbn-i Türk,
Matematik ilminin doğudaki en önemli temsilcileri oldular. Çeşitli ilim
dallarında yüz ondan fazla eser yazan Birunî, Gazne sarayında yaşamış
ve Sultan Mahmud'un Hind seferine katılmıştı. Matematik, Coğrafya,
Jeoloji, jeodezi, astronomi ve trigonometri ile ilgili eserler yazan bu
büyük bilgin, bilim tarihinin dâhîlerinden kabul edilmektedir.

Karahanlılar devrine ait manzum ve Türkçe bir eser olan Kutadgu Bilig,
Türk devlet düşüncesi, kanun anlayışı, hakimiyet telâkkisi ve siyasî
görüşleri bakımından şaheserdir. 1060 yılında, Balasagunlu Yusuf Has
Hâcib'in Kaşgar'da yazarak Buğra Hana sunduğu, Uygur ve İslâmî Türk
yazısı ile nüshaları bulunan bu eser, İslâmî devrin âbidelerindendir.

Selçuklular devrinde eğitim ve öğretim en yüksek seviyeye ulaşmıştır.
Bu dönemde sultanlar, devlet adamları, hatunlar ve tabiplerin
gayretleriyle yeni müesseseler kurularak, her biri tıp fakültesi
mahiyetinde, Kayseri, Sivas, Konya, Divriği, Çankırı ve Kastamonu'da
hastaneler ve medreseler yapılmıştır.

Müslüman Türk devletlerinde, büyük kısmı şaheser sayılacak derecede,
mîmarî, kitabe, hat, tezhib, süsleme, minyatür, çini, halı, kilim gibi
mükemmel sanat eserleri yapılmıştır. Asya içlerinden Akdeniz'e, Oğuz
bozkırlarından Hindistan ortalarına ve Mısır'a kadar uzanan geniş
sahada, o devrin Türk devletlerinden kalma saray, cami, mescit, imaret,
han, hamam, dârüşşifa, medrese, hanekâh, türbe, künbet, şadırvan,
çeşme, sebil, kale, sur ve mezar sandukası gibi binlerce sanat eseri
günümüze kadar gelmiştir. Türkler, bu çağda, sanat dünyasına önemli
yenilikler getirmişlerdir. Medrese ve medrese-cami mîmârîsi, çift kubbe
inşaatı, silindir biçiminde bazen yivli, yüksek, ince minare tipi,
demet sütun, sivri kemer, pencerelerin katlar halinde sıralanması,
kubbe yapımında Türk üçgenleri, dikdörtgen veya beş köşeli mihraplar
bunların belli başlılarındandır. Yazı, minyatür, tezhib ve süslemede,
büyük hamleler olmuştur. Taş işçiliği, kuyumculuk, kakmacılık, bakır
işçiliği, zırh, kemer, kalkan, mineli cam yapımı, seramik, dokumacılık,
halıcılık ve döküm sanatının en zarif örnekleri verilmiştir. Bunların
taşınabilir olanları, halâ Türk ve dünya müzelerinin gözde eserleri
durumundadır. Taşınamaz olanları ise, Türkün ayak bastığı her yere,
açık hava müzesi görünümü verir.

Karahanlılar'da halk dili ve edebî dil Türkçe'ydi. Gazneli ve
Harezmşahlar saraylarında Türkçe konuşulurdu. Delhi Türk Sultanlığında,
idareci tabaka ve ordu mensupları da Türkçe konuşuyordu. Selçuklularda
da halkın ekseriyeti ile ordunun dili Türkçe idi. Bu devletlerde
yazışmaların Farsça ve Arapça olması veya ilmî eserlerin bu dillerde
yazılması, İslâm dünyasının ortak dili olmasından kaynaklanıyordu.

Müslüman Türk devletlerinde Türkçe'nin önemini gösteren vesikalardan
biri, 11. asırda Kaşgarlı Mahmud tarafından, Bağdat'ta yazılan Dîvanü
Lügati't-Türk'tür. Müellif, bu eserini, Türk olmayanların Türkçe
öğrenme ihtiyacını karşılamak üzere yazdığını kaydetmektedir. Selçuklu
teşkilatında çok önemli yeri bulunan atabeglik müessesesi, Türklerin
İslâm dünyasına getirdiği bir yenilikti. Osmanlılarda bunlara lala
denmiştir.
chatlak
chatlak
Genel Yetkili
Genel Yetkili

Kadın
Mesaj Sayısı : 1083
Nerden : Kocaeli/Gebze
Lakap : sweeti
Ruh Hali : Mükemmel Türk Arşivi Uykulu10
Rep : 70
Kayıt tarihi : 05/10/08

https://f3do.yoo7.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Mükemmel Türk Arşivi Empty Geri: Mükemmel Türk Arşivi

Mesaj tarafından chatlak C.tesi Kas. 01, 2008 1:25 am

Üç kıtanın ortasında ve iç denizler üzerinde kurulan Osmanlı Devleti,
Türk milletinin en büyük eserini, Türk cihan hakimiyeti tarihinin de en
yüksek siyasî teşkilatını temsil eder. Osmanlı Devleti, siyasî
istikrarı, sosyal adaleti ve bünyesinin sağlamlığı, kavimler ve dinler
arasında kurduğu âhengi, çok yüksek ve ince idare sistemi, kudretli
ordusu, yüksek askerî tekniği, geniş hukukî faaliyetleri ve nihayet
edebiyat, sanat ve mîmarîde ortaya koyduğu ihtişamlı eserleriyle de,
tarihte müstesna yerini almıştır. Osmanlı devri, bu azameti, hiçbir
devlete nasip olmayan, zengin yerli ve yabancı tarih kaynakları,
muazzam arşivleriyle çok geniş bir şekilde tetkik imkânlarını
bahşetmektedir.

Osmanlı Devletinin bütün ülkeye yayılmış eğitim ve öğretim kurumları
olduğu gibi, gayrimüslim ve yabancıların da okulları vardı. Özellikle
II. Abdülhamid Han zamanında, ülkenin her köşesine aynı şekilde ve
değerde liseler yapıldı. Bunların bazısı halâ, açılış günlerinin
tarihini taşıyan sağlam, eğitim ve öğretim düzeyi yüksek olan,
Türkiye'nin en meşhur liseleridir. Osmanlı eğitim ve öğretim sisteminde
öğrenci-öğretmen ve veli münasebetleri mükemmel olup, hocaya saygı
gösterilirdi. O da öğrencisine şefkatle muâmele ederdi. Okullarda, bazı
kaynaklarda ileri sürüldüğü gibi falaka ve dayak yoktu.

Osmanlılarda bütün dinî, fennî, sosyal ilimler ve teknik bilgiler,
kuruluşundan sonuna kadar her seviyede öğretilip uygulanarak yayıldı.
Devletin kuruluşunda, kurucuların etrafında, Türkiye Selçukluları
devrinde yetişen âlimler vardı. Osmanlılar devrinde yapılan mektep ve
medreselerden, yazılan kitap ve diğer eserlerin bazılarından, imkânlar
ölçüsünde halen faydalanılmaktadır. Eserlerin çokluğu ve tasnif
edilememesi, eldekilerin toplanamaması, bir kısmının çalınarak
Avrupa'ya ve diğer ülkelere kaçırılması, bir kısmının Türkiye
toprakları dışında kalması, kültür eserlerimizin Osmanlılar devrinde,
akıllara durgunluk verecek düzeyde olduğunu göstermektedir. Ne yazık ki
Osmanlı Türkçesi de bu eserlere paralellik göstermekte ve kelime
hazinesi halâ bilinmemektedir.

Müslüman Türklerde Toplum Hayatı: Müslüman Türklerde sınıfsız bir
toplum hayatı vardı. Köle vardı, fakat Osmanlı ülkesinden alınmazdı.
Kölelik devamlı değildi. Âzad edilip hürriyete kavuşarak devlet
kademesinde görev alabilirdi. Köylü hür olup, serflik (toprağa bağlı
kölelik) yoktu. Bütün dünya Müslümanlarını ilgilendiren halifelik
makamı da 1516 yılından itibaren, Osmanlı padişahları eliyle Türklere
geçti. Osmanlılar devrinde Türklere ve gayrimüslimlere verilen, kendi
din ve dillerinde mabed ve okul açıp, ibadetlerini yapabilme hürriyet
ve hoşgörüsü, günümüzün hiçbir liberal, kapitalist, komünist ve dikta
rejiminin imkân tanımadığı ölçüde serbestti.

Müslüman Türklerde İslam ahlâkı hakimdi. Umumî kaideler dahil, herkes,
İslam ahlâkına ve örfe uymak zorundaydı. Vatanseverlik, vakar, büyüğe
hürmet, küçüğe şefkat, vefa ve sadakat, hayırseverlik, cömertlik,
merhamet ve hoşgörü, namus, temizlik, hayvan ve bitki sevgisi, his,
kıymet ve idealleri başlığı altında toplanabilen ahlâk ölçülerine
titizlikle riayet edilirdi. Güzel ahlâk ve bu değer ölçüleri sayesinde,
Türk toprakları emniyet ve huzur içindeydi ve kardeşlik havası hakimdi.
II. Abdülhamid Han zamanında Osmanlı ülkesinde bulunan Edmondo da
Amicis, Constantinopoli adlı eserinde:

"Paşasından sokak satıcısına kadar istisnasız her Türk'te vakar,
ağırbaşlılık ve asillik ihtişamı vardır. Hepsi, derece farkları
olmasına rağmen, aynı terbiyeyle yetişmişlerdir. Kıyafetleri farklı
olmasa, İstanbul'da bir başka tabakanın olduğu belli değildir...
İstanbul'un Türk halkı, Avrupa'nın en nazik ve kibar cemaatidir. En
ıssız sokaklarda bile, bir yabancı için küçük bir hakarete uğrama
tehlikesi yoktur. Namaz kılınırken bile bir Hıristiyan camiye girip,
Müslüman ibadetini seyredebilir. Size bakmazlar bile, küstahça bir
bakış değil, sizinle ilgilenen mütecessis bir nazar dahî göremezsiniz.
Kahkaha ve kadın sesi duyamazsınız. Fuhuşla ilgili en küçük bir olaya
şahit olmak imkân dışıdır. Sokaklarda bir yerde birikmek, yolu tıkamak,
yüksek sesle konuşmak, çarşıda bir dükkânı lüzumundan fazla işgal
etmek, ayıp sayılır..." demektedir.

Rum isyanının baş planlayıcısı Patrik Gregoryus, Rus Çarı Aleksandr'a
yazdığı mektupta, Müslüman Türk'ün ahlâk ve seviyesini çok güzel ifade
etmektedir. Bu ibret verici mektup şöyledir: "Türkleri maddeten ezmek
ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler, çok sabırlı ve mukavemetli
insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i iman sahibidirler. Bu
hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden,
an'anelerinin kuvvetinden, padişahlarına, devlet adamlarına,
kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir.
Türkler, zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk ve idare edecek
reislere sahip oldukları sürece de çalışkandırlar. Gayet
kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hattâ kahramanlık ve şecaat
duyguları da an'anelerine bağlılıklarından, ahlâklarının düzgünlüğünden
gelmektedir. Türklerde evvelâ itaat duygusunu kırmak ve manevî
bağlarını parçalamak, dinî sağlamlığı zayıflatmak gerekir. Bunun en
kısa yolu, millî gelenekleriyle maneviyatlarına uymayan yabancı
fikirlere ve hareketlere alıştırmaktır. Maneviyatları sarsıldığı gün,
Türklerin, kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zahiren
hakim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve
onları maddî vasıtaların üstünlüğüyle yıkmak kolay olacaktır. Bu
sebeple, Osmanlı Devletini tasfiye için, yalnız harp meydanlarındaki
zaferler kâfi değildir. Hattâ sadece bu yolda yürümek, Türklerin
haysiyet ve vakarını tahrik edeceğinden, hakikatlerine nüfuz etmelerine
sebep olabilir. Yapılacak şey, hissettirmeden, bünyelerindeki tahribi
tamamlamaktır."

Türkler, Müslüman olduktan sonra her gittikleri yere adalet, fazilet ve
medeniyet götürmüşlerdir. Bugün, medenî olduklarını söyleyen Avrupa
ülkeleri, medeniyeti Müslüman Türklerden öğrenmişlerdir.

Türk milletini ve devletlerini asırlarca ayakta tutan, yaşatan büyük ve
başlıca kuvvet inanç, adalet, iyilik, doğruluk ve fedakârlıktır.

Türkler ve Spor: Büyük ve mükemmel devletler kuran Türkler, millî
tarihlerini askerî zaferlerle süslemişlerdir. Barış zamanlarında da çok
iyi sporcu olmaları, başarı sırlarından biridir. Bedenî
kabiliyetlerinin üstün şekilde gelişmesi, her cins harp silahlarını
kullanmadaki maharetleri sayesinde, çoğu zaman bire iki, bire üç
nispetindeki kalabalık düşmanlarına karşı parlak meydan savaşları
kazanmışlardır.

Türklerin meşgul olduğu sporlar, daima savaşla ilgilidir. Ata binmek,
cirit oynamak, güreş, okçuluk, kılıç, gürz ve matrak talimi, hışt
atmak, koşu, tokmak oyunu, av gibi sporlar bunların başlıcalarıdır. Ata
binmek, çok eski çağlardan beri, Türkler için yürümek kadar doğal bir
şeydi. Türkler, adeta at sırtında doğar ve at sırtında ölürlerdi. Orta
ve Ön Asya'da yetişen cüsse itibariyle biraz küçük, ancak yorgunluğa,
sıcak ve soğuğa, her türlü eziyete, sıkıntıya fevkalade dayanıklı, çok
süratli ve eğitilme yeteneği yüksek Türk atları, sahiplerini Çin
Seddi'nden Orta Avrupa'ya kadar şerefle taşımışlardır. Nitekim bütün
Türk devletlerinde sefer gücünün esasını süvari teşkil etmiş ve bunlar
savaşların kazanılmasında büyük rol oynamışlardır. Osmanlı Devletinde
de, gerek Kapıkulu süvarisinin ve gerekse Timarlı Sipahinin önemi çok
büyük olduğu gibi, vezir ve beylerbeylerinin kapı halkı hemen hemen
tamamen atlıydı.

Ata ve biniciliğe çok önem veren Türkler, eskiden beri at yarışları ve
at üzerinde silah kullanma müsabakaları tertip ederlerdi. Cirit,
bunların en önemlisiydi. Cirit, bir kol boyunda, ucunda temren denilen,
demirden delici kısmı olan bir silah olup, kurutulmuş kayın veya şimşir
ağacından yapılırdı. Savaşta süvari hücum ettiği vakit, ciridi düşmana
fırlatırdı. Ciridi, uzun mesafeye atmakta Türkler pek hünerli olup,
görenler hayrette kalırdı.

Güreşse, Türklerin çok eski millî sporuydu. Göğüs göğüse yapılan
savaşlarda, güreş bilenin daima üstün çıkacağı kuşkusuz olduğu için, bu
spor dalı Türkler arasında çok rağbet görmüş ve gelişmiştir. Türklerin
asıl millî güreşi, yağsız karakucak güreşi idi. Sonraları, Rumeli'ye
mahsus olan yağlı güreşlere de yer verilmiştir.

Okçuluk, Türklerin ünlü sporlarındandır. Çok eski zamanlardan beri harp
sahasında kendileriyle karşılaşanlar, Türklerin ok atmadaki
ustalıklarından, hayranlıkla söz etmişlerdir. Türkler, kısa fakat çok
kuvvetli yaylar kullanırlardı. Oku gerek piyade ve gerekse süvari
olarak kullanmakta emsalleri yoktu. Süratle giden bir atın üzerinden,
hedefe isabetli ok atarlardı. Okmeydanı'nda kurulan meşhur kemankeşler
ocağı, 15 ve 16. asırlarda emsalsiz üstadlar yetiştirmiştir. Bu arada
lodos, poyraz, gündoğusu, batı, kıble, karayel, yıldız gibi yönlerde
esen rüzgârlara atılan kamış ve tahta oklarla kurulan menziller, yani
kırılan rekorlar, erişilemeyecek kadar yüksektir.

Türkler, kılıç kullanmakta da ustaydılar. Bu, şimşirbazlık denilen bir
sporun, yani bugünkü eskrim sporunun doğmasına sebep olmuştur. Türk
kılıçları, başlıca yatağan ve pala olmak üzere iki kısımdı. Yatağan,
yeniçeri silahlarından olup, meşhur kıvrık Türk kılıcıydı. Pala ise
daha ziyade bahriye askeri ve süvariler tarafından kullanılırdı. Pala,
düz, genişliği ucuna doğru biraz artan ve bu yüzden hafifçe öne kıvrık
gibi görünen bir silahtı. Türklerin gürzleri de ünlüydü. Bunlar yekpare
saplı veya zincir saplı olurdu. Spor için ise somak veya mermer gürz
kullanılırdı. Talim gürzleri, ikiyüz okka (256.5 kg) kadar olurdu.
Bununla müsabakalardan önce çok idman yapılırdı. Gürz, sağ ve sol elde,
değişik yönlerde, belli kaidelerle çevrilip sallanarak, kaldırılıp
indirilerek kullanılırdı.

Türklerin en dikkat çeken sporu, muhakkak ki tokmaktır. Bu oyun,
bugünkü futbolun babası olup, Orta Asya'da çok makbul bir spordu.
Meşhur Ali Kuşçu'nun kısaltarak Türkçe'ye çevirdiği Tarih-i Hata ve
Hoten adlı, aslı o taraflara giden İranlı bir tüccar tarafından
yazılmış eserde; Türklerin öküz ödünü şişirip, ayak topu oynadıkları,
yahut ata binerek, değnekle bu topa vurmak suretiyle müsabakalar
düzenledikleri nakledilmektedir. Tokmak, aslında, tabanı kösele
olmayıp, üstü gibi deriden yapılmış kısa konçlu bir çeşit çizmenin
adıdır. Öküz ödünden yapılmış top oynanırken, ayağa bu giyildiği için
adına tokmak oyunu denilmiştir.

Bütün bu sporlarda muvaffak olmanın en büyük ödülü, kazanılan nam ve
şandı. Bu sporlar, Türk milletini ve özellikle askerî kuvvetleri,
güçlü, çevik, mahir, meşakkate dayanıklı, iyi silahşor, soğukkanlı,
mükemmel savaşçılar haline getirmiş, onlar da kendilerini her zaman
zaferden zafere götüren bu hassalarını muhafaza için, sulh zamanlarında
da talim ve sporu terk etmemişlerdi. İdmanlarını her zaman seve seve
yapan Türkler, bu sayede iyi bir spor terbiyesine ve bunun temin ettiği
maddî ve manevî faydalara sahip olmuşlardır.
chatlak
chatlak
Genel Yetkili
Genel Yetkili

Kadın
Mesaj Sayısı : 1083
Nerden : Kocaeli/Gebze
Lakap : sweeti
Ruh Hali : Mükemmel Türk Arşivi Uykulu10
Rep : 70
Kayıt tarihi : 05/10/08

https://f3do.yoo7.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Mükemmel Türk Arşivi Empty Geri: Mükemmel Türk Arşivi

Mesaj tarafından chatlak C.tesi Kas. 01, 2008 1:25 am

Büyük (Asya) Hun İmparatorluğu

Türk göçlerinin doğu yönünde devam ettiği asırlarda, Çin'de kurulan
Chou devletinin (M.Ö. 1050-256) Türklerle ilgisi üzerine dikkat
çekilmiş, hükümdar sülalesinde Gök dini, Güneş ve yıldızların kutlu
sayılması gibi inançlarla, askerî kuvvette harp arabalarının bulunması
ve devletin, daha çok, Türklerle meskûn bölgede (Şensi, Batı Şansi,
Kansu) kurulmuş olması, çeşitli ilim dallarından bazı bilginleri (F.
Hirth, B. Karlgren, Ed. Chavannes, J. C. Anderson, R. Wilhelm, W.
Eberhard vb.), bu hanedanın aslen Türk olabileceği, veyahut devlette
Türk unsurunun hakim bulunduğu düşüncesine sevk etmiştir. Bununla
beraber, aslında daha ziyade Türk kültürü tesiri fazla belirli bir Çin
devlet ve cemiyeti gibi görünen Chou devletine ait bu faraziye kesinlik
kazanıncaya kadar, Asya Türk tarihini Hunlarla başlatmak yerinde
olacaktır.
Çin kaynaklarında, M.Ö. 4. asırdan itibaren, Türklerle birlikte Moğol
Tunguz soyundan bazı grupların başındaki "Kuzey Barbarları Hanedanı"nı
belirlemek üzere Hiungnu (Hsiungnu) diye anılan kütlenin, hangi soydan
oldukları hakkında, türlü görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşlerde,
eskiden, Çin kaynaklarının Hiungnularla ilgili olarak verdikleri örf,
adet ve ekonomik faaliyetlere ait, iyi incelenmemiş bilgi dikkate
alınmış, son zamanlarda ise hayli ilerleyen dil ve kültür
araştırmaları, esas teşkil etmiştir. Bunlara göre, Hiungnular Türk'tür
(J. De Guignes, 1757; J. Klaproth, 1825; F. Hirth, 1899; J. Marquart,
1903; P. Pelliot, 1920; 0. Franke, 1930; Gy. Nemeth, 1930; McGovern,
1939; R. Grousset, 1942; W. Eberhard, 1942; B. Szasz, 1943; L. Bazin,
1949; F. Altheim, 1953; H.V. Haussig, 1954; W. Samolin, 1958; 0.
Pritsak, 1959; G. Clauson, 1960 vb.). K. Shiratori, önce Türk kabul
etmiş, sonra da Moğol olduklarını söylemiştir. L. Ligetiye göre,
Hiungnuların kimliğini tespit etmek müşküldür. A. V. Gabain, Türk-Moğol
karışımı oldukları fikrindedir. Her ne kadar, Hiungnuların büyük
imparatorluğunda, Türkler yanında Moğol, Tunguz vb. yabancı kavimlerin
de yer almaları tabiî ise de, devleti kuran ve yürüten asıl unsurun
Türk olduğunda şüphe yoktur. Bu devlette, aslında orman kavmi olan
Moğol ve Tunguz değil, Türk bozkır kültürü hakim olup, Gök Tanrı'ya
inanılıyor (aslında totemci olan Moğollara, "Tanrı" sözü, sonra
Türklerden intikal etmiştir); aile, "baba hukuku" üzerine kurulu
bulunuyordu.

Nihayet Hiungnu devletinde idareci zümre ve hanedanın dili Türkçe idi.
Siyasî ve kültürel münasebetler vesilesi ile, Çin yıllıklarında Hiungnu
dilinden zapt edilen, Tanrı, kut, börü, il (el), ordu, tuğ, kılıç vb.
kelimeler Türkçe olup Türk dilinin en eski yadigârlarındandır. Ve
nihayet devletin sahipleri, kendilerine, Türkçe'de "kavim, halk"
manasında olan "Hun" (Khun=/tü/ı) diyorlardı. "Hun" adı, bir görüşe
göre, M.Ö. 1. bin başlarında "Kwan, Gun", 5. asırdan önce "Kun", 4. ve
3. asırlarda ise "Khun" telaffuz edilmişti. Ağırlık merkezinin,
Orhun-Selenga ırmaklan ve Türklerce kutlu ülke sayılan Ötüken havalisi,
Orhun ırmağı üzerindeki Karakum ile Ordos bölgesi arasında bulunduğu
anlaşılan Hun siyasî birliğinin kesin tarihini, M.Ö. 4. asırdan
itibaren takip etmek mümkün olmaktadır. Hunlarla ilgili en eski yazılı
vesika olarak, M.Ö. 318 yılında yapılan bir anlaşma zikredilmiştir. O
zaman, Chou iktidarının zayıflaması sonucu meydana çıkan 14 kadar büyük
derebeyliğin mücadele sahası olan Çin'de, birbirleri ile savaş
halindeki bu feodal "muharip devletler"den Ch'in (Ts'in)'in gittikçe
kuvvetlenmesinden endişelenen komşu beş "krallık" (derebeylik),
zikredilen yılda, Hun birliği (Hiungnu) ile ittifak antlaşması
yapmıştı. Hunlar, daha sonra Çin topraklarında baskıyı artırdılar.
Mahallî hanedanlar, uzun müdafaa savaşları sırasında, korunmak maksadı
ile, meskûn sahaları ve askerî yığınak yerlerini surlarla
çeviriyorlardı. Chou'lardan iktidarı M.Ö. 256'da tamamen devralan Ch'in
devletinin (Şensi'de) ünlü hükümdarı Shihhuangti (M.Ö. 247-210), kuzey
taarruzlarına karşı sınırlarını büsbütün kapamak için, surların iç
kısımlarını yıktırarak elde ettiği malzeme ile, dış surları birbirine
bağlamak ve boş yerleri tamamlatmak sureti ile, meşhur Çin Seddi’ni (15
m. yükseklik, 9 m. genişlik, düz bir hat halinde uzunluk:1845 km.)
meydana getirdi (M.Ö. 214). Böylece, Çinlilerin en tesirli korunma
tedbirini aldıklarına kanaat getirdikleri bu sırada, iki mühim hadise
vukua geldi: Çin'de uzun müddet dirayetli imparatorlar yetiştiren Han
sülalesinin (İlk Han, M.Ö. 206-M.S. 22, İkinci Han M.S. 24-220)
kurulması ve Hun devletinin başına da Mo-tun'un (veya Maotun, Mavdun;
eski okunuşlar: Moduk, Meitei, Mote, Mete) geçmesi (M.Ö. 209).

Çin kaynaklarında, Hunların Tuku (=Türk?) adlı aile veya kabilesine
mensup olduğu bildirilen Mo-tun (Beğtun), kendi oğlunu tahta getirmeyi
tasarlayan üvey anasının teşviki ile, babası T'uman tarafından tahttan
mahrum bırakılması teşebbüsü karşısında, emrindeki, demir disiplin
altında yetiştirilmiş, 10 bin atlı ile katıldığı bir sürek avında
Tuman'ın öldürülmesi üzerine, Hun hükümdarı ilan edilerek (M.Ö.
209-174), Hun dilinde "imparator" manasında "sonsuz genişlik, yücelik,
ululuk" ifade eden ve Asya Türk devletlerinde 6 asır kadar kullanılan
Tanhu (türlü okuyuşlar: Tanju, Jenuye, Şanu ve son olarak, aynı Çince
işaretin bugünkü söylenişi ile Şanyü, Şany) unvanını aldı. Devletini
yeniden düzenledi ve kendisini iyi tanımadıkları anlaşılan Tunghuların
(doğudaki Moğol-Tunguz kabileler birliği) ısrarla toprak talepleri
karşısında savaş açarak, onları perişan etti. Böylece, hakimiyetini
kuzey Peçili'ye kadar genişlettikten sonra, Orta Asya'da Tanrı dağları,
Kansu havalisindeki, Hind-Avrupa menşeli sanılan Yüeçileri (Yüehch'ih)
mağlup etti (M.Ö. 203). O sırada, Hun devleti "Sol Bilge eligi"nin
Shangku'da, "Sağ Bilge eligi"nin Shangkün'de (Şensi) ikamet ettiği
tahmin edildiği bu dönemde Mo-tun, daha sonra, Çin topraklarına
yöneldi, 3 yıl kadar sürdüğü anlaşılan (201-199) bu savaşlarda Mai,
Taiyuan bölgelerini zapt etti. Han sülalesinin kurucusu imparator
Kaoti'nin (M.Ö. 206-195) 320 bin kişilik ordusunu, Paiteng'de bozkır
usulü sahte ric'at gösterisi (Turan Taktiği) ile çember içine aldı.
İmparator, bozkır bölgelerinin Hun devletine terki, yiyecek ve ipek
verilmesi ve yıllık vergi şartları ile kendini ve ordusunu kurtarmağa
muvaffak oldu. Doğu Asya tarihinde, iki büyük devlet arasında
akdedilmiş ilk milletlerarası mukavele olduğu belirtilen bu antlaşma
(M.Ö. 201) gereğince, Mo-tun'un bir Çin prensesi ile de evlenmesi
sonucu, Çin ile dostluk havası içinde, imparatoriçe Lü (M.Ö. 195-179)
ve imparator Wenti (M.Ö. 179-157) zamanlarında da devam etmiş olan
ticarî münasebetler geliştirilirken, Mo-tun, Baykal gölü kıyılarından
İrtiş yatağına kadar olan bozkırları ve daha batıdaki Tingling'ler,
bazı Ogur (Hochieh = 0k'ue) kollan ile meskûn araziyi, kuzey
Türkistan'ı zaptetti ve oradaki Yüeçi'lerin komşusu Wusun'ları
himayesine aldı. Bu suretle Büyük Hun hükümdarı, o çağda Asya kıtasında
yaşayan Türk soyundan hemen bütün toplulukları, kendi idaresinde tek
bayrak altında toplamış oluyordu. İmparatorluk sınırlarının, doğuda
Kore'ye, kuzeyde Baykal gölü ve Ob, İrtiş, İşim nehirlerine, batıda
Aral Gölüne, güneyde Çin'de Wei ırmağı - Tibet yaylası - Karakurum
dağları hattına ulaştığı bu tarihlerde, Hunlara tabi olanlar arasında,
Moğollar, Tibetliler, Tunguzlar ve Çinliler de vardır. Mo-tun
tarafından Çin hükümetine gönderilen, M.Ö. 176 tarihli mektuptan
anlaşıldığına göre, yalnız İç Asya'da Türk devletine bağlı kavim ve
şehir devletçiklerinin sayısı 26 idi ve hepsi, Tanhu'nun ifadesi ile
"yay geren"lerle "tek bir aile" halinde birleşmişlerdi.

Mo-tun, M.Ö. 174 yılında öldüğü zaman, sivil ve askerî teşkilatı, iç ve
dış siyaseti, dini, ordusu, harp tekniği ve sanatı ile yüksek vasıflı
bir cemiyet halinde, daha sonraki bütün Türk devletlerine örnek olan,
tarihi kesin ilk Türk siyasî teşekkülü olan "Büyük Hun Devleti",
kudretinin zirvesinde bulunuyordu. Görüldüğü üzere bu devlet,
idaresindeki kısıtlı tarım sahalarına karşılık, daha ziyade, otlağı
bol, besiciliğe elverişli bozkırlar bölgesinde kurulmuştu. Ekonomisinin
temeli, başta at olmak üzere, hayvan yetiştiricilik idi. Buna göre,
sosyal durumu da, toprağa bağlı "köylü" kültüründeki geniş arazi sahibi
Çin "gentry" tabakası ile köle sınıfından çok farklı idi. Ne
malikanelere, ne de toprak kölelerine rastlanmayan Hun bölgelerinde
halk, kan akrabalığı ile birbirine bağlı ailelerin meydana getirdiği
sosyal ve siyasî birlikler olarak, disiplinli ve kendilerini müdafaa
için daima silahlı kabileler (boylar) halinde yaşıyor ve devlet, bu
kabile birliklerinin (budunlar) kendi aralarında sıkı işbirliği
yapmalarından doğuyordu. Devlet, bu kuruluşu icabı ve bilhassa ordunun
Mo-tun tarafından tanziminden sonra, merkezden idare edilen bir "askerî
teşkilat" niteliği kazanması sebebi ile askerî karakterde idi ve
gerekli şartlar (bozkırda eğitilmiş olmak, at ve silah) hazır olduğu
için de fütuhata açıktı. Bu yönden de, "köylü" Çin devletinden
ayrılıyordu. Çin'de esas rejim "feodalite" olduğu halde, Hun devletinde
merkeziyetçilik, dikkati çekecek kadar belirli idi. Küçük memurlar ve
bazı müşavirler belki Çinli idi, fakat emirlerindeki silahlı
kuvvetlerle, aynı zamanda birer kumandan olan bütün yüksek görevliler
ile birinci derecede sorumlu makam sahipleri, hep Hun asıldan oldukları
gibi, devlet teşkilatının da (mesela, sağ-sol veya doğu-batı taksimatı
vb.) Çinlilik ile hiç ilgisi yoktu. Mo-tun tarafından gerçekleştirilen
ve toplulukta kabilecilik gayretlerini kırarak adeta devlete millî
topluluk havasını getiren ordudaki 10'lu tertip de Türk idi. Esasen
devletin millî karakterinin korunmasına dikkat edildiğine dair bazı
davranışlar göze çarpıyordu: Mesela Paiteng'de, imparator idaresindeki
Çin ordusunu kuşatan Mo-tun'un, Çin içlerine dalarak bozkırdan
uzaklaşmasına, zevcesi ve herhalde devlet meclisi tarafından engel
olunmuştu. İnanç yönünden de, ne Moğol totemciliği, ne de Çin toprak
tanrıcılığı ile ilgisi bulunan, bozkır Türk Gök-Tanrı itikadındaki Hun
devletinin meydana gelişinde, "Çin imparatorluğu"nun model olduğuna
dair yaygın görüş, normal ölçülerdeki karşılıklı kültür tesirleri
dışında, doğru sayılmamalıdır. Zira bu düşüncenin gerekçesinde ileri
sürülen, "Hiungnu hükümdarının, tıpkı Çin imparatoru gibi Gök'ün
(Tanrı'nın) oğlu olarak görünmek ve Çin'dekine benzer saray erkânına
sahip olmak lüzumu", Hun devleti için zarurî değildi. Önce, devlet, Çin
topraklarında değil, "Hiungnu"lar sahasında kurulmuştu; dolayısıyla Çin
meşruiyet prensiplerini, bu devlette aramakta isabet yoktur. İkincisi,
Mo-tun'un "Gök'ün oğlu" diye bir unvan takındığı şüphelidir, çünkü onu
tavsif eden: T'engli Koto (aynı Çince işaretin bugünkü söylenişi ile,
Ch'engli kut'u) tabirindeki şimdiye kadar "oğul" manasına geldiği
sanılan ikinci kelimenin "kut" (siyasî iktidar) demek olduğu
anlaşılmıştır. Üçüncüsü, Çin devletinde "Gök'ün oğlu" kavramı da aslen
Çin değil, Türk menşelidir. Bütün bunlardan dolayı, Mo-tun zamanında
kesin şeklini aldığı görülen Büyük Hun devleti, etnik yönden ve
hakimiyet anlayışı, sosyal yapısı, idarî ve askerî kuruluşları
(sosyo-politik üniteler, devlet meclisi = toy, sağ sol teşkilatı, bilge
elig'ler vb.) dini ve dünya görüşü ile, Türk milletinin tarih ve
kültüründe feyizli etkilerini, iki bin yıl sürdüren bir ana kaynak
durumundadır. Bu itibarla, Türk ve dünya tarihinde çok büyük önem taşır.
chatlak
chatlak
Genel Yetkili
Genel Yetkili

Kadın
Mesaj Sayısı : 1083
Nerden : Kocaeli/Gebze
Lakap : sweeti
Ruh Hali : Mükemmel Türk Arşivi Uykulu10
Rep : 70
Kayıt tarihi : 05/10/08

https://f3do.yoo7.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Mükemmel Türk Arşivi Empty Geri: Mükemmel Türk Arşivi

Mesaj tarafından chatlak C.tesi Kas. 01, 2008 1:26 am

Mo-tun'un oğlu tanhu Kiok (Chiyü /Kök?/ veya Laoshang, M.Ö. 174-160),
Hun İmparatorluğunun bu büyüklüğünü muhafaza etmeğe çalıştı.
Yurtlarından oynattığı Yüeçilerin, Afganistan'a giderek Baktria (Belh)
bölgesinde, vaktiyle İskender tarafından kurulmuş olan Grek
hakimiyetine son verdikleri tarihte (M.Ö. 166), kalabalık ordusu ile
Çin'e girerek, başkent Ch'angan yakınındaki imparator sarayını yakan
Kiok, bu seferdeki gayesine uygun olarak, Çin ile iktisadî ilişkilerini
dostane bir şekilde sürdürmek için, bir Çin prensesi ile evlendi.
Şüphesiz, Çin sarayı ile devam ettirilen akrabalık, siyasî mahiyette
bir davranıştan ibaretti. Fakat bu suretle ileride, Çin ile temas
halindeki hemen bütün Türk devletleri bakımından kötü neticeler verecek
olan bir çığır, derinleştirilmiş oldu. Çünkü hanedanlar arasındaki bu
yakınlaşmalar, her zaman, Çin hile makinesinin harekete geçmesi için,
fırsat teşkil etmekte idi. Hun merkezinde, Çinli prensesin himayesinden
faydalanan Çin diplomat ve vazifelileri, Hun imparatorluğu
topraklarında serbestçe gezip dolaşıyorlar, Türkler ve tâbi kavimler
arasında kötü propaganda yapıyorlar, devleti sinsice kuvvetten
düşürmeğe çalışıyorlardı. Bundan başka, ticaret malı olarak memlekete
sokulup, Hun ileri gelenleri arasında revaç bulan Çin ipeği, lüks zevki
yolu ile rehaveti arttırmakta idi. Kiok devrinde fazla hissedilmeyen bu
menfî durumlar, onun oğlu Künçin (Chünch'en) zamanında (M.Ö. 160-126),
gerçek bir huzursuzluk kaynağı olarak kendini gösterdi. Keza, Han
sülalesine damat olan bu tanhu, babası ve dedesi ölçüsünde dirayetli ve
asker ruhlu bir hükümdar olmadığı için, Hun iktidarında sarsıntılar
belirdi. Çinlilerin, bu devirde (imparator Chingti, 157-141), sınır
boylarında ufak çaptaki akınları durdurduğu görülüyordu. İlk defa,
imparator Wuti (M.Ö. 141-87), kalabalık ordular teşkil ederek Hun
hakimiyetinin yıkılmasını hedef tutan planlarını tatbike girişti.
Propagandayı arttırdı. Gayelerinden biri de, Çin için büyük gelir
kaynağı olan ipeğe, batı bölgelerinde yeni pazarlar bulmak ve İç
Asya-İran üzerinden Akdeniz kıyılarına ulaşan, meşhur "İpekyolu"nu
emniyet altına almaktı. Dolayısıyla, Orta ve Batı Asya'da, yabancıların
kudretini kırması lâzımdı. Bilindiği gibi, aşağı yukarı M.S. 1. bin
sonlarına kadar, Türk-Çin mücadelelerinin temel sebeplerinden biri, bu
kervan yoluna hakimiyet meselesi olmuştur. Wuti'nin, İpekyolu
üzerindeki memleket ve kavimleri öğrenmek ve Hunlara karşı onlarla
işbirliği sağlamak maksadı ile batıya gönderdiği yüksek rütbeli bir
asker olan Çangk'ien'in (Changch'ien), gizli vazifesini yaparken Hunlar
tarafından bir süre gözaltında tutulmasına rağmen, buralarda geçirdiği
uzun müddet içinde (M.Ö. 138-126) edindiği bilgiyi, temaslarını ve
hükümete tavsiyelerini ihtiva eden mühim rapor, imparatoru memnun etmiş
ve sonraki Çin siyaseti için başlıca rehber vazifesini görmüştür. Bu
arada Çinliler, çok ehemmiyetli bir başarı daha elde etmişlerdi ki, o
da, ordularını Türk usulüne göre yetiştirmeleri ve Hun silahları ile
teçhiz etmeleri idi. Daha Mo-tun'dan çok önceleri, 318 andlaşması ile
ilgili olup, Hunlara karşı askerî gücünü takviyeye çalışan Chao
(Şansi'de) krallığında Wuling (M.Ö. 325-298) zamanında başlayıp, daha
sonra, Kuzey Çin'de feodal hükümetlerin yerini alan büyük Ch'in
devletinin imparatoru Shihhuangti zamanında hızla devam eden bu askerî
ıslahat hareketleri, Han imparatoru Wuti'nin kumandanlarından Weits'ing
ile Hun tarzında 140 bin kişilik bir süvari kuvveti çıkaran Ho K'üping
tarafından, büyük başarıya ulaştırılmıştı. M.Ö. 127-117 yılları
arasında, Ordos'daki Hunlara karşı kazandıkları zaferler, Hun ağırlık
merkezinin, Gobi'den kuzeye, Orhun nehri bölgesine kaymasına sebep
olmuştu.

Hunlar, artık eskisi gibi değildiler. Akınları duraklamış, bilhassa
Tanhu Tsütihoü (Chut'eho) zamanından itibaren (M.Ö. 101-96) 40 yıl
devamınca, zengin güneybatı topraklarının (Tanrı dağları, Cungarya,
Turfan, Yarkent, Kuça vb.) düşman istilasına uğraması ile devlet geliri
azalmış, o zamana kadar Çin'den vergi ve hediye olarak sağlanan malî
destek kesilmişti. İç huzursuzluk, idarecilerle başbuğların arasını
açmağa yönelen kesif Çin propagandası ile gittikçe derinleşiyordu. Hun
prenslerinin birbirleri ile olan anlaşmazlıkları, mücadeleyi
şiddetlendirdi. İktisadî darlık ve askerî güçsüzlük karşısında, maddî
yardım temin edilir düşüncesi ile, çıkar yol olarak Tanhu Hohanyeh'in
(M.Ö. 58-31) Çin himayesini isteme meyli, durumu büsbütün karıştırdı.
Sol Bilge eliği (Sol kanat kralı) olan Çiçi (Chihchih, Tsitki), bu
kardeşinin tanhuluğunu tanımadı. Mesele, Hun devlet meclisinde
(Türkçesi: toy) ağır münakaşalara yol açtı. Hohanyeh'in teklifi;
istiklâlin feda edilmesini "gülünç ve utanç verici" bir davranış sayan
ve kendilerinden ülkenin devralındığı atalara karşı hürmetsizlik kabul
eden Çiçi taraftarlarınca reddedildi. Tanhu'nun fikrinde direnmesi,
Hunları ikiye ayırdı (M.Ö. 55). Devlet birliğinin parçalanması ile, Çin
üzerindeki Hun tehdidi ortadan kalktığı için, Doğu Asya tarihinde bir
dönüm noktası olan bu yıllarda, Hun prensleri arasında iyice alevlenen
açık mücadele sonunda, rakiplerini mağlup, bu arada tanhuluk merkezini
de işgal ederek Hun imparatoru durumuna yükselen Çiçi karşısında,
Hohanyeh, kendine bağlı kütlelerle birlikte, desteğini sağladığı Çin'in
kuzeybatı sınır bölgesine (Ordos, Pingçu) çekildi (M.Ö. 54).

Devletini güçlendirmek ve iktisadî imkanlara kavuşturmak bakımından,
hakimiyetini batıya doğru yaymağı uygun gören Çiçi Tanhu, M.Ö. 51'de
harekete geçti. Önce, Tanrı Dağları kuzeyi Isık Göl havalisindeki
Wusun'ların mukavemetini kırdı; Tarbagatay bölgesindeki Ogurları, daha
kuzeydeki Kırgızları ve İrtiş etrafındaki Tingling'leri tabiiyetine
aldı. İki yıl içinde kazandığı bu başarılardan sonra, Wusun akınlarının
tedirginliğinden kurtulmak isteyen Kangkü (Çu, Güney Kazakistan
bozkırı, Maveraünnehir) kralının arzusu üzerine, bu devleti himaye
etmek vesilesi ile Aral Gölüne kadar bütün batı bölgesini idaresi
altına alarak, geniş Orta Asya Hun İmparatorluğunu ihya etti. Çiçi,
hükümetinin kuzey Moğolistan'daki ağırlık merkezini de, Çu-Talas
nehirleri arasına kaydırarak, orada etrafı surlarla çevrili yeni bir
başkent inşa ettirdi (M.Ö. 41) ki, böylece, mevkii dolayısıyla İran,
Afganistan, Hindistan, Doğu ve Orta Avrupa kıtaları bakımından, Asya
tarihinin bundan sonraki gelişiminde sürekli tesiri görülecek olan
Türkistan sahasına, Türk halkının iyice nüfuzunu sağlamış oluyor (Batı
Hunları) ve Fergana, Baktria (Belh) havalisini kendine bağladıktan
sonra, Çin kaynaklarına göre, Ansi bölgesini, yani güneybatı sınırları,
ta Anadolu'ya kadar uzanan Parth İmparatorluğunun kuzeydoğu kısmını
zaptetmek için planlar hazırlıyordu.

Fakat Çiçi'nin hakimiyeti uzun sürmedi. Topraklan çok genişti ve Hun
devleti bu bölgelerde henüz iyice yerleşmiş, idarî nizamı kurmuş, tâbi
kütleler ve komşuları ile normal münasebetlerini geliştirmiş değildi.
Çiçi'nin harekâtını, adım adım takip eden Çin, Wu'sun'ları, Kangkü
devletini kendine çekmeği bildi ve derhal saldırıya geçti. Etraftan
aldıkları yardım ve 70 bin kişi civarındaki orduları ile, baskın
şeklinde, Hun topraklarına girerek süratle ilerleyen Çinliler
tarafından kuşatılan, Talas ırmağı üzerindeki surlu Hun başkenti,
tamamıyla tahrip edildi (M.Ö. 36). Başkentte, hayrete değer bir müdafaa
yapılmış, sokaklarda kanlı savaşlar verilmiş, hatta tanhuluk sarayı
içinde oda oda çarpışılmış ve Çiçi, oğlu ve hatunlar dahil, saray
mensuplarından 1518 kişi, ellerinde kılıç, devletleri uğruna
hayatlarını feda etmişlerdi.

Çiçi'nin batıya uzaklaşmasından sonra kendini toplayan ve Çin hükümeti
ile anlaşma yaparak (M.Ö. 43), devlet meclisinin kararı ile başkentini
Orhun bölgesine nakleden, fakat M.Ö. 36'dan itibaren tekrar Çin
tâbiliğine giren Hohanyeh'e (ölm. M.Ö. 31) bağlı kütleler, onun
evlatları tarafından bir müddet idare edildikten sonra, tekrar
toparlanmağa başlamışlar ve kudretli bir devlet adamı olduğu anlaşılan
Yu (Hotodzsisi) Tanhu zamanında (M.S. 18-46), Çin'e karşı
istiklallerini elde ederek, doğuda Mançurya'ya, batıda Kaşgar'a kadar
olan geniş bölgeyi tekrar idarelerine almağa muvaffak olmuşlardı. Fakat
Yu'nun ölümünden itibaren iç anlaşmazlıklara düşmeleri ve uzun süren
kıtlık yıllarının sebebiyet verdiği çok sayıda hayvan kırımı ile ülkede
baş gösteren açlık, Hunları müşkül duruma soktu. Yu'nun oğlu Tanhu
P'unu'ya karşı mücadele açarak, kuzeydeki Hun kabileleri arasına
çekilen Pi'nin (P'unu'nun yeğeni) orada kendini tanhu ilan etmesi
hadisesi (M.S. 48), Hunları tekrar ve artık bir daha birleşememek üzere
ikiye ayırdı: Kuzey Hunları (Kuzey veya Dış Moğolistan'da) ve Güney
Hunları (Güney veya İç Moğolistan'da).

Böylece, M. 48'de, ayrı siyasî vasıfları kesinlik kazanan iki Hun
devleti arasındaki büyük fark, güneydekinin Çin tabiiyetini devam
ettirmesi, Kuzey devletinin ise istiklalini daima koruması idi. Bundan
başka, Güney Sibirya, Cungarya ötesine kadar Batı ve İç Asya'da
iktisadî ehemmiyeti bilinen bütün şehir devletleri de, Kuzey Hun
Devletinin idaresinde idi. Dolayısıyla siyasî ve askerî Çin
saldırılarının ana hedefini teşkil ediyordu. Daha Hun İmparatorluğunun
bölünmesi ile sonuçlanan iç mücadeleleri ustaca istismar eden Çin,
Hunlara bağlı doğudaki Moğol-Tunguz karışımı Wuhuan ve Sienpi (Hsienbi)
kütlelerini kışkırtmış, bunların sürekli baskıları neticesinde Hun
Devleti, Doğu Moğolistan'da kontrolü kaybederken, batı bölgesinde de
tahrikçi Çin siyaseti ile karşılaşmıştı. Bu sebeple, en tesirlisi
Yarkent Krallığı olmak üzere, Şanşan (Loulan, Lobnor'un güneyi), Turfan
vb. bölgelerdeki ayaklanmalar ile uğraşmak zorunda kalındı (46-60
yılları). Hun Devletinin buralarda, bilhassa Çin'in sömürücü tutumu ile
Yarkent kralı Kien'in çok merhametsiz davranışından perişan düşen halk
tarafından, kurtarıcı gibi karşılanması ve duruma hakim olduktan sonra,
yeniden baskı altına aldığı Çin'i, sınır kasabalarında serbest ticarete
mecbur etmesi (61-65), Çin'i tam kararlılık içinde ve doğrudan doğruya
askeri harekâtla Hun Devletini çökertmek hazırlığına sevk etti.
İmparator Mingti (58-75), Ç'engti (75-89) ve Hoti (89-105) devirlerinin
ünlü generali Pan Ç'ao'nun yüksek kumandasında kalabalık Çin
ordularının, 30 yıl süren harekâtı sonunda Kangk'ü'ye kadar (Kaçgar,
Hami, Yarkent, Hoten dahil) sayısı 50'yi bulan zengin ve kervan yolu
üzerinde olduğu için, iktisadî yönden önemli şehir, Çin idaresine
geçti. Bilhassa 73-74, 89-90-91 yılları harekâtında ağır kayıplara
uğrayan Hunlar, İç-Asya'da hakimiyetlerini kaybederken, doğuda da
Sienpi'lerin hücumlarına (en şiddetlisi 89-91 arasında) maruz
bulunuyorlardı. İki cephede, sürekli savaşlar vermek zorunda kalan
Kuzey Hun Devleti, son tanhuların başarılı müdafaalarına rağmen,
kuvvetten düştü, durum aleyhte gelişti. Hakimiyetlerini, Güney
Sibirya'ya ve Cungarya'ya kadar genişletmeğe muvaffak olan Sienpi'lerin
hükümdarı Tanshihhuai (aş. yk. 147-156) tarafından, nihayet saf dışı
edilen Kuzey Hunlarının (ihtimal Tanhu Avitokhol zamanında) toprakları,
düşman kabilelerin istilasına uğradı. Siyasî iktidarlarının zayıflamağa
yüz tuttuğu tarihlerde, esasen memleketi terk etmeğe başlayan Hunlardan
(büyük çapta göçler 91'de ve 155'e doğru), Kuça civarında kalan
Yüepan-Yüebanlar dışındaki kalabalık kütleler, batıya çekilmişlerdi ki,
bunların şimdiki Güney Kazakistan bozkırındaki soydaşlarına (Çiçi
Hunları) katıldıkları anlaşılmaktadır.
chatlak
chatlak
Genel Yetkili
Genel Yetkili

Kadın
Mesaj Sayısı : 1083
Nerden : Kocaeli/Gebze
Lakap : sweeti
Ruh Hali : Mükemmel Türk Arşivi Uykulu10
Rep : 70
Kayıt tarihi : 05/10/08

https://f3do.yoo7.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Mükemmel Türk Arşivi Empty Geri: Mükemmel Türk Arşivi

Mesaj tarafından chatlak C.tesi Kas. 01, 2008 1:26 am

M. 48'den beri, Çin sınır bölgesinde yaşayan ve kuzeyden gelecek
saldırılar için Çin'in ileri karakolu bir tampon devlet durumunda olan
Güney Hunları da pek huzurlu değildi. Kukla tanhulara karşı, Hun
kabileleri, sık sık başkaldırıyorlardı. 94, 124 ve 140 yıllarında
görülen ayaklanmalar güçlükle bastırılmış, bunları 153, 158 isyanları
takip etmişti. Bu senelerde Kuzey Moğolistan'ı işgal eden Sienpi'ler,
güneye doğru baskılarını artırarak, Hun devleti için tehlikeli olmağa
başladılar (177'den itibaren). 188'de Çin hükümetince tayin edilen
tanhunun tamamen Çin'e teslim olma kararı üzerine Hunlar tarafından
öldürülmesi, devleti başsız bıraktı. Kabileler, diğer tayinli iki
tanhuyu da tanımadılar ve dağınık kabile hayatına döndüler. Son
tanhunun, Çin başkentinde hapsedilmesi ve ülkenin 5 eyalete bölünerek
Çinli askerî valilerin gözetimine verilmesi ile, Güney Hun Devleti de
sona erdi (M. 216).

Bununla beraber, Sienpi baskısı yüzünden bilhassa 3. yy.'ın 2.
yarısında güneye gelmek suretiyle Çin'de sayıları gittikçe artan
Hunlar, Çin idaresi altında ve Çinli halk arasında, varlıklarını
korumayı bildiler. Çin'de, Han sülalesi iktidarının zayıflamağa yüz
tuttuğu tarihlerde (180'den itibaren) birbirleri ile mücadeleye girişen
generallerin tutumu, büyük değişiklik meydana getirmiş, siyasî birliğin
parçalanmasına yol açmıştı ("16 Devlet" devri). Sui hanedanının,
birliği ihya ettiği 589 yılına kadar süren bu devrede Türk kütleleri,
başta Tabgaç (Wei) sülalesi olmak üzere, müstakil devletler kurmuşlar
ve Han iktidarının son bulması ile, M.S. 220'lerde, tekrar sahnede
görünen Güney Hun kabile başbuğlarının idaresinde nüfuzlarını
artırarak, zamanla hemen bütün Kuzey Çin'i Türk hakimiyetine almayı
başarmışlardı. Bunu sağlayan kuvvet, yukarıda zikredilen asî
generallerden biri olan Ts'ao Ts'ao'nun, savaşlarında yardımları olduğu
için, Şansi bölgesine yerleştirdiği 19 Hun kabilesi idi. Kalabalık olan
ve her fırsatta Çin idaresine başkaldıran (meselâ 271, 294, 296
yıllarında) bu Türk kütlesi, millî benliğini koruyor ve eski tanhu
ailesi mensuplarına karşı saygı beslemeye devam ediyordu.

19 kabileden biri T-opa (Tabgaç), biri de büyük Tanhu Mo-tun ailesinin
indiği Tuku veya T'uko idi. Hun Tuku (T'uko) başbuğu, eski tanhular
neslinden ve Hun elig'lerinden olan Liu Yüan (Liu, bu devirde Tuku
ailesine Çinlilerin verdiği addır) çetin bir hürriyet mücadelesi
verdikten sonra, dikkat çekici bir siyasî kavrayışla, 500 sene önceki
atalarının, eski Han sülalesi ile olan dostluklarını ve
"kardeş"liklerini de ileri sürerek ve hatta kendi sülalesine "Han"
adını vererek, bu Çin bölgesinde (merkez: P'ing ç'eng) Türk devletini
kurmağa muvaffak oldu (304-329. 1. Chao). Çin başkenti Loyang'ı zapt
etti (311). Kendisinden sonra, Çin'in öteki başkentini de ele geçiren
kardeşi Liu Ts'ung'un geliştirdiği bu siyasî hakimiyet şuuru; idare,
başbuğ aileleri arasında el değiştirmesine rağmen, devam etti (başlıca
Hun sülaleleri: 2. Chao: 329-351, Hsia: 407-431, Kuzey Liang: 401-439
ve bunun devamı: Lou-lan krallığı, 442-460; Turfan civarında). Aynı
şuur, Tsükü (Chuch'ü) Mengsün tarafından kurulmuş olan son Hun devleti
"Kuzey Liang"ın 439 yılında Tabgaç hükümdarı T'aivvu'nun baskısı ile
başkent Gutsang işgal edilerek yıkılması üzerine, buradan kaçıp
kurtulduğu anlaşılan Türk Açına [Asena, Bozkurt] ailesinin temsil
ettiği büyük Göktürk Hakanlığı'na ulaştı.

Çin sahasında Hun adı altındaki siyasî hayatları böylece tarihe
karışmakla beraber, M.Ö. 1. asırda Çi-çi iktidarının yıkılması
neticesinde, etrafa dağılmış olarak Sogdiana'nın (Seyhun-ötesi)
doğusunda, Kafkaslar'ın kuzeyinde, hatta Dinyeper nehri civarında ve
bilhassa Aral Gölünün doğu bozkırlarında varlıklarını devam ettiren
Türk kütleleri, oradaki diğer Türk zümreleri ve 1. asır sonlarından 2.
asrın yarısına kadar, doğudan gelen Hun kalıntıları ile çoğalmışlar ve
uzunca bir müddet sakin bir hayat yaşamak suretiyle güçlerini
artırmışlardır. Bunların, büyük ihtimalle iklim değişikliği yüzünden
veya son yıllarda gelişen yeni bir görüşe göre, 110-350 yıllarında
doğudan gelen Uar-hun baskısı karşısında batıya yöneldikleri ve sonra
Avrupa Hun İmparatorluğu'nu kurdukları anlaşılmaktadır. Bu kütlelerin
batıya Sibirya’ya doğru Çin sahasından uzaklaşmalarından dolayı,
haklarında, 2 asır gibi uzun bir süre yazılı bilgi bulunamadığı
gerekçesine dayanılarak, Hiungnularla aynı kavim sayılamayacakları
yolundaki bazı iddialara rağmen, Atilla zamanında, bütün Avrupa'da Türk
hakimiyetini gerçekleştirenlerin, bu Asya Hunları neslinden oldukları
çeşitli vesikalarla belgelenmektedir.

Askerî Teşkilat

Sadece hafif zırhla korunmuş ve tamamı atlı okçulardan oluşan bir
ordunun, nasıl bunca orduları yok ettiği ve hattâ iyi eğitimli, tam
zırhlı ve yüksek tecrübeli Roma lejyonlarını yendiği, ilk bakışta
hayret vericidir. Bu zaferlerin sırrını çözebilmek için, Hunlar'ın
savaş taktiklerini, silahlarını ve nasıl organize olduklarını iyi
bilmek gerekir.

Atlar, Hun askerî kuvvetinin temel taşıydı. Daha sonraları Avarlar ve
Macarlar gibi Türk kavimleri de atı, ataları Hunlar gibi iyi
kullanmışlardır. Hun atları, Avrupa atlarından farklıdır. Bunlar daha
küçük, tüylü ve daha dayanıklı, cesurdular. Bu atlar sayesinde Hunlar,
düşmanlarından 5 kat daha uzun mesafeleri, onlarla eşit sürede
alabiliyorlardı. Bütün askerler, yanlarında en az iki at taşırlardı ve
bu yedek atlar sayısı, 5 e kadar çıkardı. Bunun, iki nedeni vardı. Eğer
savaşta atı ölürse, diğer atlardan birini kullanabiliyordu ve üstelik
çok sayıda at, düşmanların, Hun kuvvetlerinin miktarını tam olarak
kestirmesini engelliyordu. Hun askerleri, ikmal yolları kurmazlardı.
Her asker, yiyeceğini, silahını, çadırını, sefere çıkmadan önce
ayarlamak zorundaydı ve bunları yedek atlara yüklerdi. Hun atları da,
askerleri gibi, çok hafif zırhlı idiler. Hunlar, semeri kullanmasını
biliyorlardı, fakat, üzengiyi kullanmamışlardır. Aslında kullanmalarına
gerek olmadığı da bazı Çin ve Avrupa tarihçileri tarafından
bahsedilmektedir. Çünkü, Hun askerleri, ata, sözleri ile hakim
olabiliyorlar, böylece ok ve kılıç kullanırken, çok rahat hareket
edebiliyorlardı. Emirlerle atların düşman atlarını ısırması ve yere
düşen düşman askerinin ezilmesi sağlanıyordu. Üzengi, Avarlar sayesinde
5. yüzyılda Avrupa'da yayılmaya başlamıştır.

Hun atlı okçuları, "Birleşik Yay" diye bilinen, çok güçlü ve etkili,
ağaçtan yapılma, boynuz ve deriyle kaplanmış bir yay kullanıyorlardı.
Elbetteki bu yaylar, yerin altında binlerce yıl kaldıklarından, bugün
sadece kemikle kaplanmış kısımları mevcuttur. Bir Macar okçuluk uzmanı
ve seyisi, Lajos Kassai, yıllar sonra Hun hikâyelerine, buluntulara ve
arkeolojik kazılara dayanarak Macar, Hun ve Moğol yaylarını üretmeyi
başarmıştır. Bu şekilde bir yayla, bir asker, 2 yaya sahip olmuş
oluyordu. Bu yaylar, kuru tutulmak zorundaydılar. Askerler, yanlarında
deriden yapılma bir sadak taşırlardı. Bu çeşit bir yayı üretmek,
genelde yarım sene alıyordu. Öncelikle kayın ya da akça ağaç diye
bilinen uygun ve şekil alabilir bir ağaç olması gerekiyordu. Yay'ın
gövdesine, boynuz ve sert odun parçaları yapıştırılıyordu. Deriyle
kaplanarak, nem karşısında önlemler alınmış oluyordu. Bu yay sayesinde,
Avrupalı askerlerin kullandıkları yaylardan daha etkili ve hızlı bir
şekilde atış yapabiliyorlar, daha az yoruluyorlardı. Şimdi düşünün, 10
000 atlı asker, düşman karşısında ve atlarını sadece sözleri ve diz
hareketleri ile yönetiyorlar, ellerinde en az 3-4 ok var, yani bu bir
dakikadan az bir sürede, aynı anda 40 000 ok demek.

Hun ordusu yakın savaşa pek girmese de, mecbur kaldığında genellikle
mızrak ya da pala, hançer kullanırlardı. Askerler, küçük yaştan
itibaren eğitilmeye başlanır, onlara at sürmesi, yay ve kılıç
kullanması öğretilirdi. Okçuluk talimleri, genellikle fare, kuş,
gelincik, daha sonra tavşan ve tilki gibi küçük hayvanlara karşı
yaptırılırdı. Böylece, büyüdüğünde mükemmel derecede at süren ve yay
kullanan, kusursuz bir atlı okçu savaşçı yetişirdi.

Hunlar gibi atlı göçebe milletler, genellikle savaşlarda
mahvediciydiler. Kullandıkları taktikler, Avrupa orduları ve Çin
piyadeleri için bilinmeyen ve sezilemeyen tuzaklarla doluydular. Hun
askerleri, hep sayıca üstün kuvvetlerle savaştıkları için, öncelikle
onların sayılarını etkisiz hale getirene kadar ok yağmuruna tutar,
iyice yıpranan düşmana mızrak ve kılıç hücumuna çıkarlardı. Oklara
karşı kalkan kullanmayı deneyen ordulara karşı ise, grup halindeki
okçularla ateş ederlerdi. Önce havadan ok yağmuru başlar, diğer grup da
hemen, kalkanlarını havaya kaldırmış askerleri oklardı. Genellikle,
pusu kurarak hücum etme taktiği kullanılırdı. Avrupalı ve Çinli
tarihçiler, Hunlar'ın en tehlikeli ve hileli taktiğini, yani bizim
bildiğimiz Turan Taktiğini şöyle tanımlamışlardır: Ordu bütün
kuvvetleri ile düşman hatlarına hücum eder, kısa bir süre çarpıştıktan
sonra, bir işaretle geri çekilir, gözünü hırs bürümüş düşman, zaferi
kazandığına inanıp Hun ordusunu takibe koyulur, ancak ani bir işaretle
Hun atlıları, eğerlerinin üzerinde ters döner ve 3-5 ok atarak ön hücum
hattının saldırısını kırarlar ve bu sırada yanlara açılmış Hun
okçuları, düşmanı iyice çevirmiştir. Avrupa tarihçileri bile, bu
taktikleri ve iyi organize olmuş savaş düzenini, barbar ve kana susamış
ilkel kavimlerin yapamayacağını kabul etmiştir.

İktisat

Aslında İktisat ve Hun, birlikte düşünüldüğünde, çoğu kişi şaşırabilir.
Çünkü Hunlar, bugüne kadar göçebe koyun çobanları olarak bilinirlerdi.
Fakat yeni araştırmalar, bu bakış açısını değiştirmiştir. Baykal Gölü
etrafındaki son kazılardan sonra Bilim adamları, Hiung-nular'ın sadece
koyun çobanlığına dayanan ekonomisi görüşünü terk etmişlerdir.
Hunlar'ın şehirler kurduklarını, bunların etrafını sıkı duvarlarla
koruduklarını, taştan ve odundan sürekli kullanmak için evler
yaptıklarını, sadece çadır kullanmadıklarını tespit etmişlerdir. Bu
bölgelerin ticaret ve tarım merkezleri olduğu, esnaf ve birçok
zanaatkârın bulunduğu, ayrıca Hunlar'ın pulluğu kullandıkları, arpa ve
buğdayı bildikleri ortaya çıkmıştır. Hunlar'a ait oldukları kanıtlanmış
birçok mezarda ise, bazı tarım aletleri, bugünlerde Rusya'da
bulunmuştur. Hunlar, buğdayı büyük çukurlarda saklamışlar, iki taşın
arasında öğütmüşlerdir. Ayrıca çanak ve çömlek kullandıkları, demiri ve
bronzu işledikleri anlaşılmıştır. Ticaret kervanları, Çin'e ve İran'a
kadar ulaşmıştır. Ormanlar da Hunlar'ın ekonomisinde çok etkili
olmuştur.
chatlak
chatlak
Genel Yetkili
Genel Yetkili

Kadın
Mesaj Sayısı : 1083
Nerden : Kocaeli/Gebze
Lakap : sweeti
Ruh Hali : Mükemmel Türk Arşivi Uykulu10
Rep : 70
Kayıt tarihi : 05/10/08

https://f3do.yoo7.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Mükemmel Türk Arşivi Empty Geri: Mükemmel Türk Arşivi

Mesaj tarafından chatlak C.tesi Kas. 01, 2008 1:28 am

Avrupa Hun İmparatorluğu


Kimlikleri hakkında, 200 yıldan beri türlü tahminler yürütülen ve bazı
bilginler tarafından Moğol (K. Shiratory, Asya Hunlarını Moğol saydığı
için), Türk-Moğol karışımı (P. Pelliot, R. Grousset), Türk-Moğol-Mançu
karışımı (L. Cahun vb.), Fin-Ugor (Klaproth, K. F. Neumann vb.)
oldukları veya doğrudan doğruya Slav menşeinden geldikleri (Venelin,
Ilovayski, Zabelin, Inostrantsev), yahut Germen soyuna mensup
bulundukları (Müllen-hoff, A. Fick, R. Much, J. Hoops), veya Kafkas
kavimlerinden bir kol teşkil ettikleri (L. Jeliç, Gy. Meszaros) ileri
sürülen Batı Hunlarının, Asya Hunları'nın torunları oldukları, son
zamanlardaki araştırmalarla daha da açıklık kazanmıştır. Bu hususta
birçok tarihî, coğrafî, linguistik ve kültürel deliller gösterilmiştir:
Coğrafyacı Strabon (ölm. 25) Hunların Grek-Baktria krallığının
doğusunda olduklarını söylerken, tarihçi Plinius (ölm. 125), adı geçen
krallığın, Hunlar tarafından yıkıldığını kaydeder ki, bu Hunlar'ı, Çin
kaynakları, Hiung-nu olarak tanıtmıştır. Orosius (1. asrın sonları) ve
Ptolemaios (M.Ö. 160-170) haritalarında, "Hun"ların oturdukları
bölgeler, Çin kaynaklarında Hiung-nuların toprakları olarak
belirtilmiştir. Batı Hunlarının, Asya Hunlarından geldikleri hakkında
kuvvetli bir delil de, Fr. Hirth tarafından ortaya konmuştur. Buna
göre, 355-365 yıllarında Alan ülkesinin (Hazar-Aral arası) istila
edilmesi münasebeti ile Çin kaynakları (Wei-shu), bu memleketin
Hiung-nular tarafından zapt olunduğunu kaydederken, o devir Latin yazan
A. Marcellinus (4. asır sonu), fethin Hunlar tarafından yapıldığını
belirtmiştir. Aynı hadise üzerinde birbirini doğrulayan bir Uzak-doğu
ve bir Batı kaynağının tespit ettiği Hiung-nu=Hun aynîliği, Çin'de, Hun
başbuğu Liu Yüan sülalesi (304-329) tarafından, Lo-Yang'ın zaptında
(311) esir düşen Sogdlu tacirlerden bahseden, Çin Tabgaç hükümdarı
Kao-çung'a (452-465) yazılmış Sogd dilinde bir metin ile de ayrıca
teyid edilmektedir.
Geniş Hun imparatorluğu topraklarında, başta Gotça olmak üzere çeşitli
Germen lehçeleri, İslav, İranî ve Fin-Ugor dilleri, Latince ve Grekçe
konuşulmakta idi. Kaynaklarımızda, Hunlardan kalma dil yadigârlarından
bir kısmının bu yabancı dillere ait olması tabiî görülebileceği gibi,
hatta Hun hükümdar ailesinden veya yakın akrabalarından bazılarının
adlarının, bilhassa Gotlarla çok sıkı münasebet dolayısıyla, Gotça'dan
gelmiş olması da mümkündür. Fakat hükümdar sülalesinin soyca Türk
olduğunda ve Hun kütlesinin Türkçe konuştuğunda şüphe yoktur . Hükümdar
ailesinde tespit edilen adlar şöyledir: Karaton (kara don = siyah
renkte elbise) veya Ka-ra-tun (güçlü soy), Muncuk (boncuk, aynı zamanda
"bayrak" manasında; Attila'nın babası); Attila; İlek, Dengizik (dengiz
= deniz'den), İrnek (Attila'nın üç oğlu); Aybars, Oktar (Attila'nın
amcaları); Arıkan (Arıghan). Tanınmış kimseler: Basık, Kursık, Atakam,
Eşkam. Topluluk: Akatir, Şar (Sarı = ak) - Ogur. Ayrıca, kımız Hatta
Dura-Europos'da (Fırat nehrinin orta mecraında Suriye-Irak sınırına
yakın yerde buluntu yeri) ele geçen M. 3. yüzyıl ortalarından kalma
Parth ve Parsî dilindeki kitabede, Güney Kafkasya'daki Hunların Erk
Kapgan, Topçak, Tarkan-beg, Kubrat, Kurtak gibi Türkçe adlar
taşıdıkları ileri sürülmekte ve Batı Hun hükümdar ailesinin Asya
tanhularından indiklerini tespit bile mümkün görülmektedir.

Hunlar, 4. asrın ortalarında, Alan ülkesini ele geçirdikten sonra,
374'de İtil (Volga) kıyılarında göründüler. O tarihlerde, Karadeniz
kuzeyindeki düzlükler, bir Germen kavmi olan Got'ların işgali altında
idi. Don-Dinyeper nehirleri arasında Doğu Gotları (Ostrogot), onun
batısında Batı Gotları (Vizigot) bulunuyordu. Daha batıda Transilvanya
ve Galiçya'da Gepid'ler, bugünkü Macaristan'da Tisza nehri havalisinde
Vandallar vardı. Bu dört Germen kavmi dışında, aynı bölgede, İranlı ve
Slav kütleler, daha başka küçük Germen toplulukları da yaşıyordu. Hun
başbuğu Balamir'in (veya Balamber) idaresindeki büyük taarruz, önce
Doğu Gotlarına çarptı ve bu devleti yıktı (374), kral Ermanarikh
intihar etti. Yerine geçen Hunimund, Hunlar tarafından "tayin"
edilmişti. "Hayret edilecek bir hareket kabiliyeti ve gelişmiş bir
süvari taktiği ile" devam eden Hun taarruzunun, Dinyeper kenarında
vurduğu ağır darbe, Batı Gotlarını da çökertti ve kral Atanarikh,
kalabalık Vizigot kütleleri ile batıya doğru kaçtı (375). Böylece Hun
askerî gücünün harekete geçirdiği ve çeşitli kavimlerin birbirlerini
yerlerinden atarak, topraklarından çıkararak, Roma imparatorluğunun
kuzey eyaletlerini alt-üst ederek, ta İspanya'ya kadar uzanmak
suretiyle, Avrupa'nın etnik çehresini değiştiren, tarihî "Kavimler
Göçü" başlamış oldu. Anî ve şiddetli Hun darbelerinin, beklenmedik
mahallerde görünen Hun akıncı müfrezelerinin, Doğu Avrupa kavimleri
arasında uyandırdığı dehşet, Batı dünyasında korkunç akisler yapmış,
Hunlar aleyhine, çoğu Latin ve Grek kaynaklarında kayıtlı, inanılmaz
rivayet ve hikayelerin çıkmasına ve yayılmasına sebep olmuştur. Hunlar,
Gotlardan, Alanlardan ve Germen Taifallardan teşkil ettikleri yardımcı
kuvvetlerle takviyeli olarak, ilk defa 378 baharında Tuna'yı geçtiler
ve Romalılardan mukavemet görmeksizin Trakya'ya kadar ilerlediler.
Ancak, Roma topraklarında görünen bu kuvvetler, keşif vazifesini yapan
öncülerdi. Nitekim, aynı tarihlerde, bugünkü Macaristan ovalarına kadar
akınlar tertiplenmişti. Hunlardan korkan, bugünkü Avusturya
arazisindeki Markomanlarla Kuadlar, Roma topraklarına geçmeye
hazırlanırken, İran asıllı Sarmatlar, sınırları ("limes") aşıp Roma
imparatorluğu'na giriyor, önce Transilvanya'da duraklamış olan Batı
Gotları da Roma hudutlarını geçiyorlardı (381). Diğer taraftan, bir
kısım Germen menşeli kütlelerle İranlı Baştarnalar, Pan-nonia'dan (Batı
Macaristan), Alplere doğru sarkarak, İtalya'yı tehdide başlamışlardı.

Hunlar, Roma İmparatoru Theodosios I'in ölüm yılı olan 395'te, yeniden
harekete geçtiler. Bu hareket iki cepheli idi; Hunlardan bir kısmı,
Balkanlar'dan Trakya'ya ilerlerken, daha büyük sayıda diğer bir kısım,
Kafkaslar üzerinden Anadolu'ya yöneltilmişti. Hun devletinin, Don nehri
havalisindeki "doğu kanadı" tarafından tertiplenen Anadolu akını, Basık
ve Kursık adlı iki başbuğun idaresinde idi. Romalıları olduğu kadar,
Sasanî imparatorluğunu da telaşa düşüren bu akında, Hun süvarileri,
Erzurum bölgesinden itibaren Karasu, Fırat vadilerini takiben,
Melitene'ye (Malatya) ve Kilikia'ya (Çukurova) ilerlemişler, bölgenin
en tahkimli kaleleri olan Edessa (Urfa) ve Antakya'yı bir müddet
kuşattıktan sonra, Suriye'ye inerek Tyros'u (Sür) baskı altına
almışlar, oradan Kudüs'e yönelmişlerdi. Çok süratli cereyan eden bu
harekâttan korkuya kapıldıkları için, Hunlara dair acayip hikayeler
uyduran kilise adamlarının dehşet dolu gözleri önünde, akıncılar,
sonbahara doğru kuzeye çark ederek Orta Anadolu'ya, Kappadokia,
Galatia'ya (Kayseri-Ankara ve havalisi) ulaştılar ve oradan
Azerbaycan-Bakü yolu ile kuzeye, merkezlerine döndüler (395-396). Bu,
Türkler'in Anadolu'da, tarihî kayıtlarla sabit ilk görünüşleri
olmalıdır. 398'de daha küçük çapta tekrarlanan bu akınlar karşısında,
Doğu Roma'nın genç imparatoru Arkadius, hiçbir ciddî tedbir alamamıştı.

Batıda Hun baskısı, 400 yılına doğru, başbuğ Uldız kumandasında iyice
hissedildi. Balamir'in oğlu veya torunu olduğu sanılan Uldız,
Attila'nın son yıllarına kadar takip edilecek Hun dış siyasetinin
esaslarını tespit etmişti ki, buna göre, Doğu Roma, yani Bizans daima
baskı altında tutulacak, Batı Roma ile iyi münasebetler devam
ettirilecekti. Çünkü Bizans'ın Hun nüfuzuna alınması ilk hedefi teşkil
ediyor, buna karşılık, Batı Roma topraklarına tecavüz ederek
huzursuzluk çıkaran "barbar" kavimler aynı zamanda Hunların da
düşmanları oldukları için, Batı Roma ile müşterek hareket gerekiyordu.
Nitekim Uldız'ın Tuna'da görünmesi ile Kavimler Göçü'nün 2. büyük
dalgası başlamış, Asding Vandalları, Hunlardan kaçan Vizigotlar,
İtalya'da görünmüşlerdi. Alarikh'in idaresindeki bu Got tehlikesi,
Romalı kumandan Stilikho tarafından güçlükle önlendi (Nisan 402). Fakat
daha korkunç bir barbar belirdi ki, bu da, Hun korkusu ile yerlerini
terk etmiş olan Vandal'ları, Sueb'leri, Kuad'ları, Burgond'ları,
Sakson'ları, Alaman'ları vb. kendi demir yumruğu altında birleştirmiş
olarak Roma üzerine atılan Radagais idi. İtalya'da müthiş tahribat
yapıyor, Roma'yı yeryüzünden kaldıracağını ilan ediyordu. Stilikho'nun
bile Pavia savaşında durdurmağa muvaffak olamadığı bu barbar şef, ancak
Türkler karşısında mağlup oldu. Büyük Feasu-lae (= Fiesole,
Floransa'nın güneyinde) muharebesinde, bizzat Uldız'ın kumanda ettiği,
Romalı kuvvetlerle takviyeli Hun ordusu tarafından mağlup edilen
Radagais yakalandı ve idam edildi (Ağustos 406). Bu zaferi ile Uldız,
Roma'yı kurtarmış oldu. O, aynı zamanda, Hun kudretinden bir kere daha
ürken Vandal, Alan, Sueb, Sarmat, Kelt vb. kütlelerini Ren nehri
ötesine, Galya'ya gitmeğe zorlamakla, Hunların batıya yönelik yolları
üzerindeki engelleri kaldırmış, buralarda Hun kuvvetlerinin serbest
hareketlerine imkân hazırlamıştı.

Sınırları, Asya'da Aral gölünün doğusuna kadar uzandığı anlaşılan Hun
imparatorluğunun "batı kanadı" kralı (= elig) olduğu tahmin edilen
Uldız, 404-405 yıllarında ve bilhassa 409 yılında Tuna'yı geçerek,
nehrin güneyinde bazı köprü başlarını tutmak suretiyle, Bizans'a Hun
tehdidinin eksilmediğini göstermiş ve Grek kaynaklarına göre
(Sozomenos, Codex Theodosianos vb.), kendisi ile barış müzakeresi için
gönderilen Trakya umumî valisine (magister militum) "Güneş'in battığı
yere kadar her yeri zaptedebilirim" diyerek meydan okumuştu. Uldız'ın
ölümünden (410 sıraları) sonra, Hun imparatorluğunun başında Karaton
bulunuyordu. Bunun hakkında bildiğimiz, sadece, 412 yılında Bizans
elçisi Olympiodoros'un onun yanına gitmiş olduğudur. Karaton, daha çok,
doğu işleri ile uğraşmış görünmektedir. 422'ye kadar Hunlar hakkında
bilgi verilmediğinden, o kanattaki meşguliyetin, on sene kadar sürdüğü
tahmin edilmektedir.

422 yılı, Avrupa (Batı) Hunları tarihinde yeni bir devrin başlangıcı
gibidir. Bu senede, Hun hükümdar ailesine mensup dört kardeşten (Rua,
Muncuk, Aybars, Oktar) biri olan Rua, imparatorluk mak***** işgal
ediyor, Muncuk (Attila'nın babası) erken öldüğü için, diğer iki kardeş
"kanat elig'leri" durumunda bulunuyorlardı. Siyasette Uldız'ın izinde
yürüyen Rua, Bizans'ın, Hun ordusunu isyana teşvik etmek ve tâbi
kavimleri Hunlardan ayırmak maksadı ile, Hun topraklarında faaliyete
geçirdiği casusluk şebekesini ve propagandacıları ileri sürerek
tertiplediği Balkan seferinde (422), mukavemet göstermeyen Bizans'ı
yıllık vergiye bağladı: 350 libre altın (25,200 solidus). İmparator
Theodosios II'nin (408-450), 423'te, henüz 4 yaşında iken Batı Roma
imparatoru ilan edilen Valentinianus III karşısında Roma'ya sahip olmak
iddiası ile İtalya'ya ordu ve donanma sevk etmesi, Batı Roma'yı,
Hunlara daha çok yaklaştırdı. Roma Senatosu'nun da, küçük imparatorun
yerine 1. "Notarius" (devlet baş müsteşarı) Johannes'i seçmesi üzerine,
o sırada 35 yaşında bulunan ünlü asilzade F. Aetius (Aesius), yardım
sağlamak için Rua'nın yanına geldi. Hun imparatoru, 60 bin süvari
başında, İtalya'ya yöneldi. Savaşa girmeden kuvvetlerini çeken
Bizans'tan, ağırca bir harp tazminatı alındı. İleride Attila ile
hesaplaşacak olan Aetius, gençlik çağının, Roma tahtı içlerine
karışmaktan doğan, buhranlı anlarını Hun yardımı ile atlatmış,
"magister militum" iken "konsül"lüğe yükseldiği 432 yılında, Afrika'da
Vandal kralı Geiserikh ile mücadele eden rakibi Bonifacius karşısında,
canını Rua'ya sığınmak suretiyle kurtarmış; imparator Valentinianus'un
annesi Placidia da, Hun kuvvetlerinin İtalya'ya yönelmesi üzerine,
Aetius ile uzlaşmağa mecbur olmuştu.
chatlak
chatlak
Genel Yetkili
Genel Yetkili

Kadın
Mesaj Sayısı : 1083
Nerden : Kocaeli/Gebze
Lakap : sweeti
Ruh Hali : Mükemmel Türk Arşivi Uykulu10
Rep : 70
Kayıt tarihi : 05/10/08

https://f3do.yoo7.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Mükemmel Türk Arşivi Empty Geri: Mükemmel Türk Arşivi

Mesaj tarafından chatlak C.tesi Kas. 01, 2008 1:28 am

Bütün bunlar, Rua'nın, kuvvetli şahsiyeti ile, Hun devletinin her iki
Roma'nın iç ve dış siyasetlerine yön verdiğini göstermekte idi. Artık
Hunlara tabi "barbar" kavimlerin, Roma'ya güvenerek herhangi bir
harekete kalkışmaları, söz konusu değildi. Ancak, Bizans tarihçisi
Priskos'un ifadesi ile, "Rua'dan barışı, yılda 350 libre altınla satın
almış olan Theodosios II", yine de, Hun idaresinde yaşayan yabancıları,
gizlice kışkırtmaktan geri kalmıyordu. Bu sebeple Rua, o zamana kadar
mutad olan, Bizanslıların, Hun İmparatorluğundaki yabancılardan ücretli
asker toplama faaliyetlerini ve Bizanslı tacirlerin, Hun topraklarında
ticaret yapmalarını yasak etti. Ülkesi dahilinde hiçbir Grek serbest
dolaşamayacak ve ticaret, belirli sınır kasabalarında yapılacaktı. Bu
arada Rua, bir müddet önce Bizans'a sığınmış olan Hun ileri
gelenlerinden Mama ile Atakam'ın oğullarının ve diğer Hun kaçaklarının
iadesini istedi. Theodosios II, süratle antlaşma yolu bulmak ümidi ile,
elçilik heyetini Hun başkentine göndermeğe karar verdi. Fakat, o sırada
Rua öldü (434 baharı). Bizans, kudretli bir düşmandan kurtulduğu için
seviniyor, piskopos Proculos, vaazlarında, Tanrı'nın, dindar imparator
Theodosios'un dualarını kabul ederek, Bizans üzerinden bir tehlikeyi
kaldırdığını söylüyordu. Fakat, Hun sınırlarına gelen Bizans elçilik
heyeti, Rua'yı da gölgede bırakan bir başbuğ ile karşılaştı: Attila
(Etil).

Hunların başına geçtiği zaman, 39-40 yaşlarında olan Attila, babası
Muncuk erken öldüğü için, amcası Rua'nın yanında yetişmiş, onunla
birlikte seferlere katılmış, çeşitli kavimleri yakından tanımak
imkânını bulmuş, devlet idaresini ve Hun iç ve dış siyasetinin
esaslarını öğrenmişti. Memleketi, büyük kardeşi Bleda (sonraları
Macarlar tarafından Buda diye anılmıştır) ile birlikte devralmışlardı.
Fakat kaynaklarda açıklandığına göre, eğlenceden hoşlanan, enerjisi kıt
Buda, ikinci planda kalarak, devleti ciddî bir hükümdar vasfını taşıyan
kardeşine bırakmıştı. Ordu ve dış ilişkilerin düzenlenmesi, Attila'nın
elinde idi. Amcaları Aybars (doğu kanadı elig'i) ve Oktar (batı kanadı
elig'i), Rua zamanındaki yerlerini muhafaza ediyorlardı. Aralarında,
iddia edildiği gibi bir rekabet bahis konusu olmadıktan başka, Bleda da
"iktidar hırsı ile yanan" Attila tarafından ortadan kaldırılmış
değildi. Attila'nın yardımcısı sıfatı ile, 11 yıl Hun İmparatorluğunun
idaresine katılan Bleda, 445'te eceli ile ölmüştür.

434 yılı baharında, Hun sınırlarına gelen Bizans elçilerini Attila,
Tuna ile Morava nehrinin birleştiği yerdeki, Bizans Margos (bugünkü
Dubravica) kalesinin tam karşısında -Tuna'nın kuzey kıyısında- bulunan
Konstantia surları önünde, at üzerinde karşıladı ve dinlenmelerine dahi
izin vermediği elçilerin, biri konsül-general, diğeri seçkin bir
diplomat olan temsilcilerine, taleplerini, barış şartları olarak
yazdırdı. Konstantia Barışı (veya Margos Barışı) diye anılan bu
antlaşmanın başlıca maddelerine göre; Bizans, bundan böyle Hunlara
bağlı kavimlerle müzakerelere, ittifaklara girişmeyecek; Hunlardan
kaçanlara, esir alınmış Bizans tebaası dahil, sığınma hakkı
tanımayacak, Bizans elinde bulunanlar iade edilecek (Grek asıllı
olanlar için fidye verilebilecek); ticarî münasebetler, yine belirli
sınır kasabalarında devam edecek ve Bizans'ın ödemeyi taahhüt ettiği
yıllık vergi, iki katına (700 libre altın veya 50,400 solidus)
çıkarılacaktı. Theodosios II'nin aynen kabul ettiği bu anlaşmanın
hükümleri icabı olarak, Hunlara iade edilen kaçakları Attila, daha
Bizans ülkesi içinde, Trakya'da Karsus (Bulgaristan'da Hirsovo)
kalesinde astırdı. Bu durum, Hunlar arasında olduğu kadar Bizans'ta,
Roma'da ve diğer kavimler arasında, Attila adının, dehşet saçan bir
otoritenin timsali haline gelmesine yardım etti. Bundan sonra Attila,
imparatorluğun doğu bölgelerinde, at üzerinde, aylarca süren bir teftiş
gezisi yaparak, İtil (Volga) kıyılarındaki Şaragur'ların (Ak-Ogur)
ayaklanma teşebbüsünü bastırdı (435). Batı kanadının ağırlık merkezi
Tuna etrafında, doğu kanadının ağırlık merkezi Dinyeper havalisinde
olduğu tahmin edilen bu tarihlerde Hun imparatorluğunda, kaynaklardan
(Priskos, Jordanes, P. Diaconus, J. Honorius vb.) takip edilebildiği
kadar, başlıca şu topluluklar yer almışlardı:

a. Germenler (doğudan batıya): Doğu Got, Gepid, Turciling, Sueb, Markoman, Kuad, Herul, Rugi, Skir.

b. İslavlar (Orta ve Batı Rusya'da): Veneda, Ant, Sklaven.

c. İranlılar (Kafkaslar'dan Tuna'ya kadar, dağınık halde): Alan, Sarmat, Baştarna, Neur, Roxolan.

d. Fin-Ugorlar (Ural'dan Baltık'a kadar): Çeremis, Mordvin, Merya, Veşi, Çud, Est, Vidivari.

e. Türkler: İmparatorluğun her tarafına yayılmış olarak Hunlar,
Karadeniz kuzeyi düzlüklerinden Volga'ya kadar Beş- ogur, Altı-ogur,
On-ogur, Şaragur, Azak'ın batısında Akatir, Volga'nın doğusunda Sabar
ve başka Türk kütlelerdi.
Sayıları 45'e varan ve çeşitli dil ve soydan olan bu kavimler, yalnız
siyasî yönden bir birlik teşkil etmekte, yabancı kavim veya zümreler,
ancak reisleri, şefleri ve kralları vasıtası ile devlete bağlı
bulunmakta idiler. Hun imparatorluğu dahilinde sükûnet vardı. 442
yılında, Hun devlet meclisi başkanı ve başbakan olan Onegesios ile
Attila'nın büyük oğlu İlek idaresindeki Hun orduları tarafından
bastırılan Akatir isyanı dışında, bu sükûnet bozulmamıştı. Halbuki Roma
imparatorluğunda, Kavimler Göçü dolayısıyla hareket halinde olan
kavimlerin, geçiş yolları üzerinde geniş ölçüde tahribat yapmaları,
yerli halkın mahsulatını zorla ellerinden almaları vb. yüzünden patlak
veren ve genişleyen, köylü (Bagaudlar) isyanları, nizam ve asayişi
iyice sarsmış, buna karşı Roma, Aetius vasıtası ile bir kere daha
Hunlara müracaat zorunda kalmıştı. İki yıl kadar süren müdahale
sonunda, Attila'nın gönderdiği Hun müfrezelerinin yardımı ile, isyancı
elebaşılar, Aetius tarafından ortadan kaldırıldı ise de, bu defa da,
Kral Gundikar idaresinde bugünkü Belçika bölgesine saldıran
Burgondlarla savaşmağa mecbur olundu. Bilhassa Necker nehri boyunca
cereyan eden muharebelerde, Hun ordusuna, batı kanadı elig'i Oktar
kumanda ediyordu ki, rivayete göre, Kral Gundikar dahil 20 bin
Burgond'un öldüğü bu Hun-Burgond mücadelesi, Almanların meşhur
"Nibelungen" destanlarına konu teşkil etmiştir. Bütün "Germania"nın,
Hunlar tarafından zaptını tamamlayan bu savaşlar neticesinde, 436'yı
takip eden yıllarda, şu kavimlerin de Türk idaresine alındığı
anlaşılmaktadır: Burgondlar, Bayavurlar, Yuthanglar, aşağı Ren
sahasındaki Franklar, Türingler, Longobardlar. Hun hakimiyetinin,
"Okyanus adaları"na, yani Kuzey Denizi ve Manş kıyılarına ulaştığı,
hadiselere çağdaş tarihçi Priskos tarafından bildirilmiştir.





440'dan itibaren Attila, Bizans'a karşı baskıyı artırdı. Çünkü
Theodosios II, Konstantia antlaşmasının hükümlerine aykırı olarak,
Hunlardan kaçanları iadede ağır davranıyor, hatta bunlardan bazılarını,
yüksek makamlara getiriyordu. Mesela Got menşeli Arnegisclus'u
"general" rütbesi ile Trakya'da, Hun sınırında vazifelendirmişti.
Müşterek pazar yerlerinde, Grek tacirleri, Hunları aldatıyorlardı.
Margos piskoposu, Konstantia civarında, kıymetli madenlerden yapılmış
silahları ve ziynet eşyası ile birlikte gömülen Hun büyüklerinin
mezarlarını soymuş, bu davranış, Hunları infiale sevk etmişti. Nihayet
Bizans, yukarıda geçen Akatirler isyanında, tahrikçi rol oynamıştı.
Diğer taraftan Kuzey Afrika Vandal kralı Geiserikh, Akdeniz'deki
harekâtını engelleyen Bizans'a karşı, Attila'dan yardım istemişti. Bu
sebeplerle, Attila'nın idaresinde olarak, Margos'un zaptı ile başlayan
1. Balkan seferi (441-442), Singidunum (Belgrad) ve Naissus (Niş)
üzerinden Trakya'ya doğru gelişirken, Batı Roma'nın aracılığı
neticesinde hızını kesti. Roma orduları başkumandanı Aetius, bundan
böyle Theodosios'un, antlaşma şartlarına riayet edeceğini garantilemek
üzere kendi oğlu Karpilio'yu, Hun sarayına rehine olarak göndermişti.
Bu sefer sonunda, Tuna boyundaki kaleler Hun idaresine geçmiş, daha
geri hatlardaki tahkimat yıktırılmış, Balkanlar'da Hunlara karşı
durabilecek mukavemet yuvaları kaldırılmıştı.





445'te Bleda'nın ölümü üzerine tek başına Hun imparatoru olan Attila,
iktidarının şahikasına yükselmekte idi. Batı Asya ile Orta Avrupa'ya
hakimdi. Her iki Roma'nın durumları meydanda idi. Attila'ya karşı
koyabilecek bir kuvvetin kalmayışı, bir psikolojik belirti olarak,
"savaş tanrısı Ares'in" kılıcını, Attila'nın ellerine verdi. Priskos'a
göre, uzun zamandan beri kayıp olan bu kutlu kılıç, bir Hun çobanı
tarafından bulunarak Attila'ya getirilmişti. Artık dünyanın fethi
yakındı, zira Ares'in kılıcı vasıtası ile, yeryüzüne hükmetme
yetkisinin, Tanrı tarafından Attila'ya tevdi edildiğine inanılıyordu.





Bu duruma ilaveten, Bizans'ın kaçakları geri vermekten çekinmesi,
yıllık vergiyi ödemede isteksizliği, 2. Balkan seferinin açılmasına
sebep oldu (447). Attila'nın idaresi altında birkaç noktadan Tuna'yı
geçen Hun ordusu, iki koldan ilerleyerek kaleleri, Sardika (Sofya),
Philippopolis (Filibe), Markianopolis (Preslav), Arkadiopolis
(Lüleburgaz) müstahkem mevkî ve şehirlerini zapt ede ede ve Tesalya'da
Termopil'e kadar geniş bir daire çizdikten sonra, Bizans başkentini
kuşatmak üzere Athyra'ya (Büyük Çekmece) ulaştı. Orada, barış yapmak
için Theodosios'un süratle gönderdiği magister ve patricius Anatolios,
Attila tarafından kabul edildi ve anlaşmaya varıldı (Anatolios Barışı).
Buna göre, Tuna'nın güneyinde beş günlük mesafedeki yerler askerden
arındırılacak, buralardaki pazarlar yerine, artık bir Hun sınır şehri
haline gelen Naissus'da (Niş) ortak pazar kurulacak, Bizans, harp
tazminatı olarak 6000 libre altın ödeyecekti. Ayrıca, yıllık vergi, üç
katına (2100 libre altın veya yaklaşık 150.000 solidus) çıkarılmıştı.
chatlak
chatlak
Genel Yetkili
Genel Yetkili

Kadın
Mesaj Sayısı : 1083
Nerden : Kocaeli/Gebze
Lakap : sweeti
Ruh Hali : Mükemmel Türk Arşivi Uykulu10
Rep : 70
Kayıt tarihi : 05/10/08

https://f3do.yoo7.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Mükemmel Türk Arşivi Empty Geri: Mükemmel Türk Arşivi

Mesaj tarafından chatlak C.tesi Kas. 01, 2008 1:29 am

Bizans bakımından en ağır şart, yıllık vergi idi. Her sene bu kadar
altın tedarik edilmesi, imparatorluğun takatini aşıyordu. Şaşırdığı
anlaşılan Theodosios, sarayındaki ileri gelenlerin de tavsiyesi ile,
garip bir kurtuluş yolu buldu: Bir suikast ile Attila'yı ortadan
kaldırmayı planladı. Başında Edekon (umumiyetle kabul edildiğine göre,
Skir Germenlerinin şefi; fakat A. Vambery'ye göre Türk olup, adın aslı
Edikkün'dür) ve Orestes'in (Pannonia'lı bir Romalı) bulunduğu Hun
elçilik heyeti ile birlikte, Bizans başkentinden Attila'nın devlet
merkezine, yani Orta Macaristan'a doğru yola çıkan, tanınmış hukuk
bilgini Maximinos başkanlığındaki heyette; seyahat notları, başta
Attila ve çağı olmak üzere 5. asır Avrupa Türk tarihini ayrıntılı
şekilde öğrenmemize yardım eden, kâtip Priskos da bulunuyordu. Suikastı
gerçekleştirmekle vazifeli Bigila'nın da katıldığı heyet, 448 yılı
yazında, Hun başkentine (yeri belirlenememiştir) geldiğinde, durumdan
Edekon vasıtası ile haberdar olan Attila, yaptığı alenî sorguda,
Bigila'ya maksat ve faaliyetlerini itiraf ettirdi. Bizanslıların
hiçbirine dokunmadı, fakat Theodosios'a hitaben yazdığı şu mesajı,
hususî elçi ile imparatora yolladı:




"Theodosios, Attila gibi, asîl bir babanın oğludur. Attila, babası
Muncuk'tan aldığı asaleti muhafaza etmiş, fakat Theodosios, Attila'nın
haraçgüzarı olmakla köle durumuna düşmüştür. Theodosios, kölelik
haysiyetini de koruyamamıştır, çünkü efendisi olan Attila'nın canına
kıymak istemiştir".




Attila'yı teskin etmek üzere, Bizans' tan, derhal, yukarıda adı geçen
Anatolios ile magister ve kançılar Nomos başkanlığında, ikinci bir
heyet yola çıkarıldı. Bu elçiler, Hun başkentinde Attila'yı, tahminler
hilafına, sakin ve yumuşak buldular. Zira, Hun dış siyaseti değişmekte
idi: İmparator Theodosios'un şahsında, Bizans'ı tamamen kendi iradesine
bağlı kabul eden Attila, artık Batı Roma'ya yönelme zamanının
yaklaştığı kanaatine varmış bulunuyordu. Batı Roma'ya esasen son mühim
askerî destek, 439 yılında yapılmış, ondan sonra yardımlar tedricen
kesilmişti. Batı Roma, Hun devletine yıllık vergisini muntazaman
ödemekle beraber, gelişen yeni durumun farkında olan başkumandan
Aetius, muhtemel bir Hun-Roma çatışmasına hazırlanmakta idi:
"Barbar"larla münasebetlerini düzeltmiş, onlardan aldığı ücretli
askerlerle, Türk usulünde, çoğu, süvari birliklerinden kurulu ordular
teşkiline girişmiş, Hunlar'a bağlı bazı kavimlerle gizli temaslar
aramağa başlamıştı. Buna karşılık Attila da, 443 yıllarında tekrar
alevlenen ve Galya'dan İspanya'ya da sıçrayan köylü isyanları ile
yakından ilgileniyor, Roma'ya karşı Vandallarla işbirliği imkânlarını
araştırıyordu. O da, şüphesiz, Roma imparatorluğu ve "barbar"lardan
meydana gelen bütün bir Batı dünyası ile hesaplaşacağı için, işin
ehemmiyet ve nezaketini takdir etmekte idi.




448'lerden itibaren iki yıl kadar süren Hun siyasî ve askerî hazırlığı
tamamlanınca, Attila, ilk diplomatik taarruzunu Roma'ya yöneltti.
İmparator Valentinianus III'ün kızkardeşi olup, vaktiyle, evlenmek
arzusu ile Attila'ya nişan yüzüğü gönderen ve 425'ten beri imparator
hukukunu haiz olduğunu belirlemek üzere "Augusta" unvanı ile anılan,
delişmen tabiatlı Honoria'yı zevceliğe kabul ettiğini bildiren Attila,
çeyiz olarak, imparatorluğun, Honoria'nın hissesine düşen yarısını veya
"Augusta"nın kocası sıfatı ile Roma imparatorluğunun idaresine iştirak
hakkını istedi. Önce oyalama yolunu tutan Valentinianus ile Aetius'un,
teklifi nihayet açıkça reddetmeleri, büyük Hun seferini, meşru duruma
soktu. Ren kıyılarındaki Ripuar Frankları ve Vizigotlarla ilgili bir
iki anlaşmazlık da savaş havasını olgunlaştırdı.




451 başlarında, Orta Macaristan'dan batıya harekete geçen Hun
kuvvetlerinin mevcudu, 80-100 bini Türk, bir o kadarı da yardımcı
Germen ve İslav olmak üzere 200 bin kişi civarında idi. Hun orduları,
Mart ayı ortalarına doğru Ren nehrini üç noktadan aşarak Galya'ya
girdiği sırada, İtalya'dan yola çıktıktan sonra, Hun düşmanı
"barbar"ların sağladığı takviyelerle, sayısı yine 200 bine yükselen
Aetius kumandasındaki Roma ordusu, Galya'da kuzeye doğru hızla
ilerliyor; Hun orduları, Mettis'i (Metz) (7 Nisan) ve Durocortorum'u
(Rheims) zaptederek, Paris yakınındaki Aurelianum (Orleans) şehrine
ulaştığı zaman, Aetius da oraya yetişmiş bulunuyordu. Fakat karşılaşma,
Attila'nın Türk taktiğine daha uygun gördüğü, Katalaunum'da (veya
Campus Mauriacus sahası, Troyes şehrinin batısında Champagne ovasına
doğru) oldu (20 Haziran 451). Batı dünyasının iki yarısının birbiri
üzerine yüklendiği, nihayet 24 saat süren ve iki tarafın çok ağır
kayıplar verdiği (Jordanes'e göre 165 bin ölü) muhakkak olan bu büyük
savaşta kimin galip geldiği, hâlâ münakaşa edilmektedir. Avrupalı
tarihçiler, ta A. Thierry'den beri (1856), Attila'nın yenildiğini
söylerler ve buna, Roma kuvvetlerinin imha edilmeden Hunların
çekildiğini delil gösterirler. Ancak son araştırmalar, meseleye biraz
daha ışık tutmuş görünmektedir: Anlaşılmıştır ki, savaş gününün akşamı,
Roma ordusu dağılmış, birlikleri arasında irtibatı kaybeden başkumandan
Aetius bile, yanlışlıkla düştüğü Hun kıtaları arasından güçlükle
kurtulmuş, ertesi gün erken saatlerde, Roma'ya bağlı Batı Got ordusu,
savaşta ölen kral Theodorikh'in oğlu Thorismund idaresinde muharebe
meydanından uzaklaşmış, ağır kayıplara uğrayan Frank kuvvetleri de
onları takip etmişti. Ayrıca, bu savaşta Attila'nın, gayesine ulaştığı
da aşikârdı. Batıyı hakimiyetine alabilmek için, Roma İmparatorluğunun
insan ve asker deposu durumunda olan Galya barbarlarını saf dışı etmek
isteği ile önce Galya'ya yürümüş olan Attila, Roma'nın bu tabiî
müttefiklerinin savaş gücünü kırarak, Roma'yı desteksiz bırakmağa
muvaffak olmuştu. Ünlü Aetius'un, Roma'da gözden düşmesi, bunun
neticesi idi. Ordularını Galya ortasından, oldukça sağlam ve disiplin
içinde, 20 gün kadar bir zamanda kendi başkenti bölgesine getirebilen
Attila, kudret ve "korkunçluğunu" muhafaza ettiğine göre, Campus
Mauriakus'ta, Batı İmparatorluğunun ne kazandığı, o sırada Roma'da sık
sık sorulan suallerdendi. Nitekim, daha bir yıl geçmeden Attila, İtalya
seferine başladığı zaman, Roma'nın Hunlara karşı çıkaracak kuvveti
kalmamıştı. Hadiselere çağdaş Prosper Tiro'nun (Papa Leo I'in kâtibi)
kaydettiğine göre Aetius, mukavemet imkânsızlığı dolayısıyla, İmparator
Valentinianus'un, İtalya'dan ayrılmasını tavsiye etmekte idi.




Attila, 452 baharında, çekirdeğini süvari kuvvetlerin teşkil ettiği 100
bin kişilik ordusunu, Julia Alpleri'nden geçirerek bugünkü Venedik
düzlüğüne indirdi. Oradaki meşhur Aquileia kalesini zaptettikten sonra,
Po ovasına girdi. Aemilia bölgesini işgale başlayıp, Roma
imparatorluğunun o zamanki başkenti Ravenna'yı tehdit etmesi, meselenin
nihayete erdirilmesine kâfi geldi. Roma sarayı, endişeli; halk,
telaşlı; Senato, ne olursa olsun, barış yapmak kararında idi. Kilise de
bu arzuya katıldı. Süratle bir heyet hazırlandı. Hitabeti ile meşhur
Papa Leo 1 ("Büyük Leo") başkanlığında konsül G. Avianus ve eski
"praefecture" Trygetius'dan kurulu bu heyet, Mincio ırmağının Po
nehrine döküldüğü düzlükte ordugâhını kurmuş olan Attila tarafından
kabul edildi (452 Temmuz ortası). Papa, imparator ve bütün Hıristiyan
dünyası adına, büyük Türk başbuğundan, Roma'yı esirgemesini rica etti.
Beş yıl kadar önce, kahir bir kuvvetle Çekmece'ye kadar geldiği halde,
nasıl İstanbul'u tahrip etmekten kaçınmış ise, Papa'nın ağzından
Roma'nın teslim olduğunu öğrendikten sonra, bu eski medeniyet merkezini
korumayı da vazife sayan Attila, muzaffer ordusu ile başkentine
dönerken, şüphesiz, tıpkı Bizans gibi, Batı Roma İmparatorluğunun da
kendi iradesine bağlandığı kanaatinde idi. Priskos'un, 448'de Hun
başkentinde Batı Roma elçisi Romulus'dan duyarak belirttiği üzere,
şimdi sıra Ortadoğu'daki Sasanîlerde idi. Oranın da himayeye alınması
ile "dünya hakimiyeti" gerçekleşecekti. Fakat bu, Attila'ya nasip
olmadı. İtalya seferinden dönüşte, rivayete göre, zifaf gecesinde,
herhangi bir iç kanama neticesi ağzından, burnundan kan boşanmak
suretiyle öldü (453). Yaşı 60 civarında idi.




Attila, milletlerin hafızalarında ölümsüzlüğe ulaşmış, tarihin nadir
simalarından biridir. Hatırası etrafında İtalya'da, Galya'da, Germen
memleketlerinde, Britanya'da, İskandinavya'da ve bütün Orta Avrupa'da,
asırlarca ağızdan ağıza dolaşan efsaneler türemiş , romancılara,
ressamlara, heykeltıraşlara konu olmuş, hakkında en çok kitap yazılan
şahsiyetlerden biri durumuna yükselmiş, tiyatro yazarlarına,
kompozitörlere ilham vermiş, adına bir düzineye yakın opera
bestelenmiştir. Son yarım asırda yapılan tarafsız tarih araştırmaları,
onun, Hıristiyan Orta-çağının taassup kokulu uydurmaları ile ilgisi
bulunmadığını; Nibelungen destanları başta olmak üzere, çağdaşı
kayıtların, onu, iyilik sever, babacan, çok yüksek vasıfta bir hükümdar
olarak tanıdığını ortaya koymuştur.





Attila'nın ölümünden sonra, hatunu Arıgkan'dan doğan üç oğlu; sırasıyla
İlek, Dengizik, İrnek, babalarının yerini tutamadılar. İmparator olan
İlek, ayaklanan Germen kavimleri ile yaptığı Nedao (Avusturya'da)
savaşında hayatını kaybetti (454). Çok cesur, fakat siyasî zekâdan
mahrum Dengizik, imparatorluk birliğini yeniden kurmak için, neticesiz
mücadeleler içinde çırpına çırpına, nihayet bir Bizanslı'nın kılıcı ile
can verdi (469). İrnek ise, büyük kardeşlerinin ölümünden sonra, artık
Orta Avrupa'da tutunmanın zorluğunu anlayarak, savaşlarda yorgun düşen
Hunların büyük kısmı ile Karadeniz'in batı kıyılarına döndü.




İrnek idaresindeki Hunların, önce Güney Rusya düzlüklerinde görünen,
sonra Balkanlar'da ve Orta Avrupa'da birer devlet kuran Bulgarlar ile
Macarların teşekkülünde büyük rol oynadığı anlaşılmaktadır. Tarihî
kayıtlarda Bulgar-Türk devletinin hükümdar ailesi olan Dulo (Doulo)
sülalesine mensup gösterilen İrnek, Macar geleneklerinde, Macar
kabilelerini, Tuna boyuna getirerek orada yerleştiren Arpad hanedanı
tarafından, ata tanınmaktadır. 4. asırda Hunlara, Volga'dan batıya
doğru rehberlik eden geyik motifli "Sihirli Geyik" efsanesinde de,
Hunlarla Macarlar (Hunor-Moger) kardeş gösterilmiştir. Nihayet,
Macaristan'da yaşamış olan Sekeller'in Hunların çocukları olduğu
zannını uyandıran bir başbuğ Çaba Efsanesi vardır. Avrupa Hun kütlesi,
yalnız bu Türk devlet ve topluluklarının oluşumuna ve kültür yönünden
Batı Avrasya'sına sağlam bir zemin vermekle kalmamış, daha mühim
olarak, Asya kıtasında yer darlığı, kıtlık yüzünden veya siyasî-askerî
bir sebeple sıkıntıya düşen ve bu tedirginlikten kurtulmak için
huzurlu, rahat, hür, yeni iklimler arayan Türk kütlelerine, Batı
yönünün açıcısı olmuştur. Aynı zamanda, yol üzerindeki İndo-İranî ve
Germen gruplarını (Alanlar, Sarmatlar, Gotlar vb.) ileriye, uzaklara
iterek veya kısmen kendi içinde eriterek temizlemek suretiyle, bu yolu,
sonraki 900 yıl müddetle Türk göçlerinin hizmetine hazırlamıştır. Bu
noktanın bilhassa belirtildiği batı araştırmalarında, Hunlar üzerinde
Avrupa'nın çeşitli kültürel tesirleri konusunda düşülen aşırılık da
dikkatten kaçmamaktadır. Attila'nın sarayında, yabancı kökenden
görevlilerin bulunduğu, bunların yüksek mevkiler işgal ettiği ve Türk,
Got, Latin dillerinin aynı ölçülerde konuşulduğu doğrudur. Ancak, halkı
Germen ve Latin olan Avrupa kıtasında tabiî sayılması gereken bu
durumun, derin kültür tesirinden ziyade, Hun-Türk İmparatorluğunun
niteliğinden doğduğunu kabul etmek, daha isabetli olur. Nitekim, Hun
topluluğu ne dil, ne de hayat tarzı yönlerinden değişikliğe uğramış,
siyasî iktidar sona erince de, oraları bırakıp Türk çevresine dönmek
tercih edilmiştir. Buna karşılık, Hun hakimiyeti çağının, Avrupa'da şu
derin etkileri olmuştur:



a. "Kavimler göçü" yolu ile, bugünkü durumun temelini oluşturarak, etnik ;




b. Savaşlar veya dostça münasebetler yolu ile edebî (Nibelungen Destanı, efsaneler vb.);



c. Bozkır sanatı yolu ile estetik;



ç. Batı Roma İmparatorluğunun yıkılması (476; İtalya'nın ilk yabancı
kralı Odovakar, Attila'nın sadık adamlarından Edekon'un oğlu idi) ve
büyük istila hareketlerinin başlaması üzerine, çok mühim bir tarihî
gelişme olarak, Roma- Germen gruplaşma eğiliminin uyanması yolu ile
siyasî;



d. Hatta köylünün ve güçsüzün korunmasına yönelik "şövalyelik" (dar
manada, atlı savaşçılık) hayatının ve Roma imparatorluk kavramına karşı
millî duyguların ortaya çıkışı bakımından sosyal;



e. Avrupa ordularının Türk sistemine göre ıslahı hareketleri
dolayısıyla askerî bakımlardan Türk kültür tesirleri, Batı'da hemen
bütün Orta-çağlar boyunca devam etmiştir.
chatlak
chatlak
Genel Yetkili
Genel Yetkili

Kadın
Mesaj Sayısı : 1083
Nerden : Kocaeli/Gebze
Lakap : sweeti
Ruh Hali : Mükemmel Türk Arşivi Uykulu10
Rep : 70
Kayıt tarihi : 05/10/08

https://f3do.yoo7.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Mükemmel Türk Arşivi Empty Geri: Mükemmel Türk Arşivi

Mesaj tarafından chatlak C.tesi Kas. 01, 2008 1:29 am

I. Göktürk Hakanlığı

Göktürklerin 6. yüzyılın ilk yarısında Altay dağlarının doğu
eteklerinde ve maden istihsal edilen yakın bölgelerde (Yarkent, Kaşgar,
Kuça vb.) ananevî sanatları demircilikle uğraştıkları ve Juan-juan
devletine silah imal ettikleri biliniyor. Fakat o zaman dahi dağınık
idiler. Chou-shu'ya (Çin yıllığı, 557-581) göre, Gök-Türk devletinin
kurucusu olan Cho-shu'ya (Çin yıllığı, 557-581) göre Gök-Türk
devlerinin kurucusu olan Bumın'ın (Çince'de, Tu-men) atası A-hien,
"şad" unvanını taşıyor ("Bilge Şad") ve Bumın'dan hemen önce gelen
Tu-wu adlı başbuğ da Ta Ye-hu ("büyük yabgu") olarak tanınıyordu. Demek
ki, Türk kütlesinin Juan-juanlarla bağlılığı daha ziyade "federatif'
mahiyette idi. Bumın, daha 534 yılında Kuzey (Batı) Tabgaç (Wei)
hükümeti ile siyasî münasebet kurmuş, 542'de akıncılarının başında
Huang-ho nehri yakınlarında görünmüş ve 545'de Tabgaç hükümdarının
gönderdiği elçiyi "imparatorluktan nezdimize heyet geldi, devletimiz
bundan gurur duyar" sözleri ile karşılamıştı. Gök-Türk hanlarından
İşbara, 585'deki konuşmasında Gök-Türk devletinin "50 yıl önce"
kurulduğunu söylemişti ki, bu da 535 tarihine denk düşmektedir.
Ancak Juan-juan devletine karşı bir "Töles" ayaklanmasını bastıran
(546) Bumın'ın, Juan-juan hükümdarı ile eşdeğerde olduğunu göstermek
için onun kızı ile evlenmek arzusunun kabaca reddedilmesi üzerine, Batı
Tabgaç prensesi ile evlenerek vurduğu ağır darbe sonucu Juan-juan
devletini çökerttikten (552 başları) sonra, resmen İl-kagan unvanını
alması ve böylece, eski Büyük Hun İmparatorluğu'nun başkent bölgesi
Ötüken merkez olmak üzere hakanlığı kurması 552 yılında vaki olmuştur.

Devletinin batı kanadının idaresini, kuruluşta birlikte çalıştıkları
küçük kardeşi İstemi'ye (İştemi, Çince'de She-ti-mi) veren Bumın,
devleti kurduğu yıl içinde öldü. "Yabgu" unvanını taşıyan, dolayısıyla
Doğu kanadının yüksek hakimiyetini tanıyan İstemi, Batı'da fetihlerine
devam ederken, Ötüken'de iktidara gelen, Bumın'ın oğlu, K'o-lo (Kara?)
ve bunun erken ölümü üzerine hakan olan, Bumın'ın diğer oğlu, Mu-kan
(Beğ-Han? 553-572) zamanında devlet, haşmetli çağına ulaştı. Heybetli
görünüşü, parlak, etkili gözleri, kudreti ve sertliği, Çin
kaynaklarında belirtilen Mu-kan Kağan, son bir darbe ile ahalisinin bir
kısmının Çin'e (müttefikleri olan Ts'i topraklarına) sığındığı bilinen,
bir kısmının da Baykal'ın kuzeyine doğru çekildiği anlaşılan Juan-juan
devletini, tarihe mal ettikten sonra (555), doğuda K'i-tanların ve
kuzeyde Kırgızların ülkelerini Göktürk hakimiyetine bağladı; Çin'de
Batı Tabgaçlarının yerine geçen Chou hanedanı (557-581) ile diğer Çinli
Ts'i (Ch'i) hanedanını (550-557) baskı altına aldı; İstemi'nin
harekâtına karşı Çin'den yardım isteyen Ak Hun (Eftalit) Devleti'ne ve
Mâverâünnehir halkına Çin askerî desteğini önledi. 564'de Şan-si'deki
Ts'i başkenti Tsin-yang'ı muhasara etti ve kızı prenses Açına'yı Chou
imparatoru Wu-ti ile evlendirdi (568). Kaynakların bildirdiğine göre,
geniş ülkelere ve 100 bin kişilik bir orduya sahip olan Gök-Türk
hakanını, Çin imparatoru, akrabalık kurma yolu ile teskin etmiş
oluyordu.

Mu-kan'ın emrindeki kuvvet, hakanlığın Doğu kanadının ordusu idi.
İstemi (552-576) kumandasındaki öteki ordu ise kendi bölgesinde hareket
halinde idi. Kısa zamanda, Altaylar'ın batısını Isıkgöl ve Tanrı
dağlarına kadar hakimiyetine alan İstemi, geniş çapta askerî ve siyasî
faaliyetleri neticesinde temas kurduğu Sasanî imparatorluğu ve Bizans
gibi Ortaçağ'ın en büyük iki devletini Gök-Türk politikası izinde
yürütmek suretiyle, Türk hakanlığını bir dünya devleti payesine
yükseltti. Ak Hunlar (Eftalitler) üzerinde yaptığı ilk baskı
tecrübesinden (ihtimal 556 yılı başlarında) sonra, ipek transit
ticaretini elinde tutan bu devlete karşı Sasanî imparatorluğunu tabiî
müttefik olarak gören İstemi, Şehinşah Anuşirvan-ı Âdil ile antlaşma
yaptı; bu vesile ile Anuşirvan ile evlenen kızı, İran sarayına
imparatoriçe oldu. Müttefikler tarafından sıkıştırılan Ak Hun (Eftalit)
devleti yıkıldı ve toprakları, Ceyhun (Âmuderya) sınır olmak üzere iki
müttefik arasında paylaşıldı (557). Maveraünnehir, Fergana'nın bir
kısmı, Batı Türkistan'ın güneyi, Kaşgar, Hoten vb. Göktürklere intikal
etti. Bu suretle İç Asya kervan yolu üçüncü kere Türklerin eline geçmiş
oluyordu.

Ancak Anûşirvan, bu bölüşmede, zaferdeki cüz'î katkısına nispetle aslan
payını almış olmasına rağmen, pek memnun değildi; kervan yolunun
Maveraünnehir güzergâhını da ele geçirmek istiyordu. Bu maksatla, kendi
ülkesinden Akdeniz limanlarına ve Bizans'a yapılmakta olan ipek
nakliyatını durdurdu. Böylece hem ipek ticaretinin ünlü kervancıları
olup son taksimde Göktürklere bağlanan Sogd ahalisinin faaliyetini
baltalayarak huzursuzluk çıkarmak, hem de Türkleri ipek transit vergisi
gibi yüksek bir gelirden mahrum etmek düşüncesini tatbik mevkiine
koydu. İstemi'nin gönderdiği elçileri, hile ile öldürttü. Göktürk
fütuhatının Talas-Çu sahasından ve Seyhun nehrinin doğusundaki Khoa-lit
ülkesi (Bizans elçisi Zemarkhos'ta: Kolkh, Kholiat) üzerinden
Aral-Hazar kuzeyine doğru ilerlediği bu tarihlerde, İran ile uzlaşma
ümidini kesen İstemi, Bizans'a döndü ve İstanbul'a Sogdlu ipek taciri
ve diplomat Maniakh başkanlığında bir heyet gönderdi (567 sonları).
Tarihte bu, Orta Asya'dan Doğu Roma'ya giden ilk resmî heyet idi. İpek
meselesi, Göktürkler kadar, Bizans'ı da ilgilendirdiği için, hatta daha
önceleri Sasanî aracılığından kurtulmak üzere nakliyatını Hind denizi
yoluna teksif etmek maksadı ile Güney Arabistan'daki Himyerî devleti
ile temaslar aramış olan Bizans'ta imparator Justinianos II, Türk
elçilerini ilgi ile karşılamış, İstemi'nin gönderdiği "İskitçe"
(Türkçe) mektubunu okutmuş ve Maniakh'ın ağzından teşebbüsün
ciddîliğini anlamıştı. Bir ittifak antlaşması yapmak üzere, umumî vali
Zemarkhos başkanlığında bir heyeti yola çıkardı (569 Ağustos başı).
Türk elçileri ile birlikte Karadeniz-Kafkaslar-Hazar Denizi-Aral gölü
arasından Talas yolu ile Tanrı-dağları'ndaki Ak-Dağ'da (Altın-dağ)
İstemi'nin huzuruna gelen Bizans elçisinin hatıraları, Göktürk hayatını
ve kudretini gözler önüne sermesi bakımından pek kıymetli bir
vesikadır. İstemi, Bizans ile işbirliği yaparak Anûşirvan'ı İpekyolu'nu
açmağa zorlamak gayesini güden siyasetinde başarıya ulaşmış, 571
yılında Sasanî-Bizans çatışması başlamış; hakimiyetlerini Harezm
üzerinden Kafkaslar'ın kuzeyindeki Kuban ırmağına kadar yaymağa çalışan
ve ayrı ayrı Türk idarecilerin emrinde olmak üzere, ülkeyi 8 bölge
halinde ellerinde toplayan Göktürkler, o sıralarda Azerbaycan'a da
girmişlerdi. Fakat batıya bu Türk ilerleyişi durakladı ve Bizans ile
esas ortak hareketle ilgili müdahale, ancak Anûşirvan'ın oğlu olup,
Göktürk prensesinden doğduğu için "Türk-zade" diye anılan Ormuzd IV'ün
(579-590) son yıllarında (588'lerde) yapılabildi. Gecikmenin sebebi,
Gök-Türkleri savaşa iştirak için tazyik eden Bizans'ın gönderdiği
elçilerden biri olan Valentinos'u 576'da Aral gölü havalisindeki Türk
bölgesinde karşılayan Türk-şad'ın sözlerinden anlaşılıyor. Bu Türk
prensi, Bizans'ı, Göktürklerin hasımları olan Avarlar'ı himaye etmekle
ve "kılıçlanarak değil, atların ayakları altında karınca gibi ezilerek
öldürülmeyi hak eden" bu kavme barınacak yer vermekle suçluyordu ki, bu
doğru idi. Ayrıca Bizans, Azerbaycan üzerinden ilerleyerek ihtimal
Güney Kafkasya'daki Sabar Türkleri ile bağlantı kurmak isteyen Göktürk
kuvvetlerinin hızını kesmek maksadıyla, 576'ya doğru oradaki Sabar Türk
kütlesini dağıtmıştı.

İstemi'nin siyasetinin diğer mühim bir neticesi de şu olmuştu: 19 yıl
süren (571-590) Sasanî-Bizans mücadelesinden sonra da iki
imparatorluğun arası düzelmemiş, birbirini takip eden karşılıklı
istilalarda nihayet imparator Herakleios'un, Sasanî başkenti Meda'în'e
(Ktesiphon) kadar uzanan seferleri (622-628), Sasanî imparatorluğunun
son mecalini de kırmıştı ki, Kur'an'da bile işaret olunan bu durum
İslamiyet'in kısa zamanda İran'da hakimiyet kurmasını kolaylaştırmıştır.

Göktürk İmparatorluğundaki, İstemi'nin faaliyeti dahil bütün
askerî-siyasî teşebbüslerin, adına yapıldığı hakan Mu-kan 572'de öldü.
Devleti muazzam bir genişliğe ulaştıran bu büyük hükümdarın hatırası,
Orhun Kitabeleri'nde akisler bulmuştur: "Dört tarafa ordu sevk edip
kavimleri hep itaat altına almış, başlılara baş eğdirmiş, dizlilere diz
çöktürmüş; ileride (doğuda) Kadırgan dağlarına (Kingan dağları), geride
(batıda) Temir Kapıg'a (=Demirkapı, Belh-Semerkand yolu üzerinde, 12-20
metre genişlik ve 3 kilometre uzunluğunda) kadar -Türk milletini- hakim
kılmış; bu memleketlerde Kök-Türk (kavmi) idi-oksız oturur olmuş; bilge
kağan imiş, alp kağan imiş, buyruk ve beyleri, kavmi (bodun) hep bilge
ve cesur imişler...". Ötüken'de tertiplenen büyük cenaze törenine
hususî heyetlerle katılan komşu devlet ve kavimler arasında Bizans
İmparatorluğunun da bulunmuş olduğu anlaşılmaktadır.

Mu-kan'ın yerine kardeşi T'a-po geçti (572-581). Kudretli hakanlığın
yeni hükümdarı, kendini kutlamak üzere 100 bin top ipek hediye eden
Chou imparatoru ile yine tebrik için çeşitli hediyelerle birlikte
başkumandanını göndermek suretiyle hususî bir itina gösteren Ts'i
(Çh'i) imparatoruna "Oğullarım" diye hitap ediyordu. Bu, bütün Kuzey
Çin'in Türk himayesine alındığını göstermekte idi. Ülkesinin
genişliğinden dolayı hakanlığın doğrudan doğruya kendi idaresindeki
kanadını ikiye ayırarak, Doğu'suna, kardeşi K'o-lo'nun oğlu Şe-tu'yu
(İşbara), Batı'sına da küçük kardeşi Jo-tan'ı "kağan" (küçük kağan)
unvanları ile tayin eden T'a-po, bir Ts'i prensesi ile evlenmek
düşüncesine kapıldı ve ayrıca, Türk topluluğu için zararlı cihetleri,
önceki devirlerde, ileri görüşlü Türk idarecileri tarafından ortaya
konulmuş olan Buda dinini, Budist misyonerlerin telkinlerine kanarak,
memlekette himayeye kalktı; bir Budist tapınağı ve bir Buda heykeli
yaptırdı". Gök-Türk haşmeti, zevale yüz tutmuş gibi idi. T'a-po dış
siyasette de yanlış adımlar attı. Ts'iler, 577'de Chou hanedanı
tarafından yıkıldığı zaman, oradan kaçarak kendisine sığınan bir Ts'i
prensini "Çin kağanı" ilan etti. Cho-ularla arasının açılmasına sebep
olan bu durum karşısında, kalabalık bir ordu ile Pekin bölgesine
ilerleyen T'a-po, kendisine yeni bir Çinli prenses vaad edilerek
durduruldu (579). Ancak prensesin verilebilmesi için Chou hükümdarı,
"Çin kağanı" Ts'i prensinin kendisine teslimini istiyordu. Bir av
esnasında bu prensin Choular tarafından kaçırılmasına göz yumulması,
millet nazarında hakanın itibarını büsbütün sarstı. Göktürk birliği ve
kültüründe mühim çatlakların belirdiği bu yıllarda, diğer bir hadise de
İstemi'nin ölümü oldu (576).

Resmî unvanı "yabgu" olması gereken fakat ihtimal, Türk "il"inde bir
budunun (sonraki "On-ok" budunu; buradaki "on büyük başbuğ" ona
bağlanmıştı) başında olduğu için kitabelerde ve bir Bizans kaynağında
"kağan" diye zikredilen bu büyük şahsiyetin ölümünü, yukarıda adı geçen
Türk-şad'ın sözlerinden öğreniyoruz. Onu sinirlendiren hususlardan biri
de, ölen "ata"sının yas günlerinde Türklerin, Bizans elçileri
tarafından rahatsız edilmeleri idi. Yol hatırası, Göktürk hakanlığının
batı bölgelerindeki kavimler bakımından mühim olan elçi Valentinos'a
hitaben yapılan ve Bizans'ı suçlayan bu konuşma, ayrıca Türk
fütuhatının hem şeklini, hem felsefesini açıklamak itibariyle de değer
taşımaktadır: "Ben, esirlerimiz olan Uar-Huni'lerin hangi yoldan
Bizans'a gittiklerini biliyorum. Dinyeper'in, Meriç'in nerede olduğunu,
Tuna'nın nereye aktığını da biliyorum. Gün doğusundan gün batısına
kadar, ülkeler bize diz çökmüştür. Bize karşı gelmek cesaretini
gösteren Alanları, On-Ogurları görüyorsunuz. Roma'ya da geleceğiz."
Göktürk sınırlarının Kafkasya'nın kuzeyine ulaştığını ortaya koyan bu
sözlerle Bizans da açıkça tehdit edilmekte idi. Ancak Türk-şad latife
yapmadığını gösterdi. Kırım'da Bizans'a ait ünlü Kerç (Bosporos)
kalesi, Türk kuvvetleri tarafından zapt edildiği zaman, Doğu Roma
elçileri henüz Gök-Türk topraklarında idiler (576). Bu, Göktürk
hakanlığının, Mançurya sınırlarından Karadeniz'e kadar uzanarak,
genişliğinin son noktasına ulaştığı tarihtir.

İstemi'den sonra yerine geçen oğlu Tardu (576-603), cesareti ve
savaşçılığı ile babasına benzemekte idi ise de, siyasî ihtirası
yüzünden, T'a-po zamanında açılmış olan ayrılık çizgisini büsbütün
derinleştirdi. Çinliler, onun bu zaafından faydalandılar: Önce,
hakanlık doğu kanadının kendine verilmemiş olmasından küskün olan
Ta-lo-pien'in (Mu-kan'ın oğlu) Tardu'nun yanına gitmesini telkin
ettiler. Halbuki Mu-kan bile bu oğlunu tahta aday göstermemiş idi,
çünkü annesi asîl (yani Türk soyundan) değildi. Hakan T'a-po da 581'de
ölürken, kendi oğlu yerine onun hakan olmasını istediği halde, Devlet
Meclisi (Toy) bunu kabul etmemiş ve sonunda K'o-lo'nun oğlu İşbara
(Çince'de, Şa-po-lüe) hakanlığa getirilmiştir.

Çin, Göktürkler arasındaki bu anlaşmazlığı körüklemeğe devam ediyordu.
Ta-lo-pien, Batı Yabgusu Tardu'nun yanında, Doğu'daki yeni hakan ile
mücadeleye giriştiği sırada, İşbara da o tarihte, Chou'lar'ın yerine
iktidara gelen Sui hanedanı'ndan (581-618) kendi ailesinin intik*****
almak isteyen karısı, Chou prensesi Ts'ien-kin'in telkinlerine
kapılarak, Çin'e kuvvet sevk ediyor; Sui imparatoru Wen-ti (Yang Chien,
581-604) de eskiden beri Çin şehirlerinde ticaretle uğraşan ve dostluk
ilişkileri çerçevesinde imtiyazlara sahip 10 bin kadar Türk'ü, Çin'den
uzaklaştırıyordu. Buna karşı Işbara'nın, ordusu ile Çin'e girmesi, Çin
entrikasının kesifleşmesine yol açtı. Wen-ti, yabgu Tardu'ya altın kurt
başlı bir sancak göndererek, onu Göktürk hakanı olarak tanıdığını
bildirdi. İhtirası alevlenen Tardu, Çin'e karşı ortak hareket teklif
eden İşbara'nın isteğini önce reddetti ve İşbara, Göktürkleri gayet iyi
tanıdığı anlaşılan diplomat-general Ç'ang-sun Şeng ile mücadele etmek
ve bu Çinlinin Türk kumandanları arasına soktuğu nifak ile uğraşmak
mecburiyetinde kalırken, Tardu, hakanlığın Doğu kanadının yüksek
hakimiyetini tanımadığını ilan etti (582). Böylece, 350 yıldan beri ilk
defa Çin'de siyasî birliği kurarak sonraki kudretli T'ang sülalesine
siyasî yönden basamak vazifesini görmüş olan Sui sülalesi iktidarının
başladığı yıllarda, Göktürk hakanlığı, resmen ikiye bölünmüş oldu.
chatlak
chatlak
Genel Yetkili
Genel Yetkili

Kadın
Mesaj Sayısı : 1083
Nerden : Kocaeli/Gebze
Lakap : sweeti
Ruh Hali : Mükemmel Türk Arşivi Uykulu10
Rep : 70
Kayıt tarihi : 05/10/08

https://f3do.yoo7.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Mükemmel Türk Arşivi Empty Geri: Mükemmel Türk Arşivi

Mesaj tarafından chatlak C.tesi Kas. 01, 2008 1:30 am

Doğu Göktürk Hakanlığı

Doğu'da zor şartlar altında, hakan İşbara, dengeyi büsbütün kaybetti.
Ordu mensupları arasında, kendisi ile mücadeleye devam eden
Ta-lo-pien'e bağlı olduklarını zannettiği yüksek rütbeli kumandanları
vazifeden uzaklaştırmağa, hatta cezalandırmağa başladı. Neticede bu
askerlerle, prenslerden bazıları Çin'den yardım istemek zorunda
kaldılar. Etrafında korku ve nefret uyandıran İşbara da, kendi gücünden
çok şey kaybettiğini ve Tardu - Ta-lo-pien ikilisinin tehdidi altına
girdiğini esefle gördüğü için bizzat, Sui hükümdarına müracaat ile
askerî destek ve barış dileğinde bulundu. Teklifi sevinçle kabul eden
Wen-ti'nin derhal yolladığı heyetin başında diplomat Yü K'ing-tsî ile
birlikte yine Ç'ang-sun Şeng bulunuyordu. Başkentte Hatun'un ve diğer
Türk ileri gelenlerinin önünde bu iki Çinli, İşbara'ya hakaret edecek
kadar ileri gittiler ve "Çin imparatorunun oğlu" olduğunu kabul eden
hakanı, "Ç'en" (bende, kul) ilan ettikten sonra memleketlerine
döndüler. Doğu hakanlığı, Çin himayesine girmişti. Durumu kendi
çıkarına kıyasıya sömürmeyi tasarladığı anlaşılan Çin, Türkleri
büsbütün yozlaştırmak maksadı ile, halkını Çince konuşturmağa, Çinliler
gibi giyinmeğe, Çin adetlerini kabule teşvik ve mecbur etmesi için
İşbara üzerinde zorlu baskısını artırdı. Hakan, imparatora gönderdiği
585 tarihli mektupta bu talepleri şöyle cevaplandırmakta idi: "Size
bağlı kalacak, haraç verecek, kıymetli atlar hediye edeceğim. Fakat
dilimizi değiştiremem, dalgalanan saçlarımızı sizinkine benzetemem,
halkıma Çinli elbisesi giydiremem, Çin adetlerini alamam. İmkân yoktur,
çünkü bu bakımlardan milletim fevkalade hassastır, adeta çarpan tek bir
kalp gibidir." Ve ilave ediyordu: "Sui imparatoru dünyanın gerçek
hakimidir. Gökte iki güneş olmadığı gibi, yerde de iki hükümdar
olmamalıdır" vb.
Gök-Türk hakanlığının parçalandığı, tâbi kütlelerin ayaklandığı,
Türklerin Çin'e ilticaya başladıkları, Türk hükümdar ailesi
mensuplarının birbirine düştüğü bu karışıklıkta, İşbara öldü (587).
Yerine geçen kardeşi Ç'u-lo-hou (=Ye-hu Kagan) ve arkasından Toy
(Devlet Meclisi) tarafından hakan ilan edilen Tulan (588-600)
zamanlarında durum düzelmedi. Meşhur Ç'ang-sun Şeng, Gök-Türk
hakanlığını iyice çökertme yollarını gösteren raporlar hazırlayarak
imparatoruna takdim ediyor, elçi olarak geldiği Ötüken'de türlü
entrikalarla Türk hanedan üyelerini karşı karşıya getiriyordu. En büyük
yardımcısı da, önce T'a-po'nun, sonra İşbara'nın ve nihayet, Tulan'ın
öldürülmesinden sonra, Çin'in muvafakati ile tahta çıkarılan, Ye-hu'nun
oğlu, K'i-min (= T'u-li, 600-609) hakanın karısı olan, Çinli prenses
Ts'ien-kin idi. K'i-min, bu defa, Doğu hakanlığını kendi idaresine
almağa çalışan Tardu'ya karşı kullanılmakta idi. Bu K'i-min de
imparator Yang-ti'ye, 607'de, gönderdiği bir mektupta "Haşmetpenah'ın
aciz bir bendesi" olduğunu, hatta vaktiyle İşbara'nın bile reddettiği
"Türk kavmini Çinliler gibi yapmağa -giyim, adet ve dilde
Çinlileştirme- hazır bulunduğunu" yazabiliyordu. Ancak, ölümünden sonra
yerine geçen oğlu Şi-pi (Shih-pi, 609-619), Gök-Türk haysiyetini biraz
kurtarabildi. Bir Çinli prenses ile evlenmekle beraber bunu, Çin'in,
Gök-Türk iç işlerine karışmasını önleyen bir paravana olarak kullandı.
5-6 yıl içinde, Doğu Hakanlığı topraklarındaki dağınıklığı giderdi;
batıda Tibet'e ve doğuda Amur nehrine kadar tekrar itaat altına aldı
(615). Durumdan telaşa düşen Sui imparatoru, Türk hanedan üyeleri
arasında anlaşmazlık çıkarmağa dayanan değişmez Çin planını, yeniden
uygulamaya koydu: Bu defa yol göstericisi, hususî entrika raporları
hazırlayan ve Batı Asya için yazdığı eserler, başlıca kaynaklardan
sayılan Çin devlet ve "sömürge" adamı P'ei-chü idi. Hakanın küçük
kardeşi Ç'i-ki şad'a "hakanlık" teklif edildi. Fakat milletin
perişanlığını ve Çin tahakkümünün rezaletlerini gören bu genç, hem
teklifi, hem kendisine vaad edilen Çinli prensesi reddetti. Çinliler
başka bir yol denediler: Gök-Türk nazırlarından (bakan) birini pusuya
düşürerek öldürdükten sonra, Hakan'a, onun muhalefet maksadı ile
kendilerine müracaat ettiğini, fakat "aradaki dostluktan" dolayı onun
ortadan kaldırılmasını uygun bulduklarını bildirdiler. Gaye, Hakan
Şi-pi ile Gök-Türk büyüklerinin arasını açmaktı. Hakan bu oyuna da
gelmedi. Gök-Türk nazırının öldürülmesi hadisesinin, Çin-Türk
anlaşmasını bozduğunu ileri sürerek yıllık haracı kesti, savaşa
hazırlandı. Planı, Çin'in kuzey eyaletlerinde geziye çıkmış olan
imparator Yang-ti'yi baskınla yakalamaktı. Fakat teşebbüs, hakanın
Ötüken'de bulunan zevcesi Çinli prenses İ-ç'eng tarafından gizlice
Çin'e bildirildiği için süratle geri dönmeğe çalışan imparator, takipçi
Gök-Türk süvarileri tarafından Şan-si'de Yen-men (bu-gün Tai-hien)
mevkiinde kuşatıldı. Üzüntüsünden ağladığı rivayet edilen imparatorun
imdadına, yine aynı prenses yetişti: Gök-Türk ülkesinde büyük bir isyan
çıktığı söylentisini yayarak, Türk ordusunun geri çekilmesini sağladı
(615).

Yang-ti'nin son, itibar düşürücü durumu, Çin'de karışıklıklara yol açtı
ve ona karşı muhalefet gittikçe arttı. Bu defa da Çin ileri
gelenlerinin Gök-Türklere sığınmalarına şahit olunuyor ve Şi-pi hakan
Çinlilerin siyasetini kendilerine karşı tekrarlıyordu. Çin sarayını
yağmalayarak, aldığı kıymetli eşyayı Gök-Türk hakanına sunan mülteci
Liang Shi-tu'yu, Şi-pi "Çin kağanı" ilan ederek (617), kendisine bir
kurt başlı sancak verdi. Liu Wu-Chou adlı diğer bir kumandanı da "Batı
Çin kağanı" yaparak, Sui'lere karşı sefere çıkardı. Şi-pi'nin siyasî
faaliyetleri arasında, tarihî bakımdan en ehemmiyetlisi Çin umumî
valilerinden Li Yüan'ı himayesine alıp desteklemesidir ki, anlaşma
gereğince, Türk ordularının yardımı ile Sui'leri iktidardan
uzaklaştırarak başkent Ç'ang-an'daki imparatorluk servetini hakana
takdim eden, ayrıca 30 bin top ipek ve yıllık vergi vermeyi kabul etmiş
olan Li Yüan, Çin'de 300 yıl kadar hüküm süren ünlü T'ang sülalesini
(618-906) kurmuş ve kendisi imparator olarak Kao-tsu (618-626) unvanını
almıştır.

Şi-pi'den sonra hakan Ç'u-lo (619-621) kardeşinin sert siyasetini takip
ediyor ve Hakanlığa karşı tutumu kısa zamanda değişen T'ang
imparatoruna karşı Sui sülalesini canlandırmağa kararlı bulunuyordu.
Fakat karısı Çinli prenses İ-ç'eng tarafından zehirlenerek öldürüldü.
Hakan olan kardeşi Kie-li (621-630), kifayetli bir adam değildi. Hain
prenses İ-ç'eng ile evlenmiş, ağır dille yazdığı mektuplarla imparatoru
tahrik etmişti. Karısının tesiri altında idi. Plansız, taktiksiz,
sadece cesarete dayanan askerî teşebbüslerinde bir-iki defa mağlup
oldu. Tutumu, millette emniyetsizlik uyandırdı. Tarduşlar, Bayırkular,
Uygurlar ayaklandılar (627). Tarduş başbuğu İ-nan'ın darbeleri yıkıcı
olmuştu. Vaktiyle Türk himayesine sığınmış olan birçok Çinli, Tang
imparatorundan af dileyerek memleketine dönüyor, K'i-tanlar ve başka
kavimler, Çin ile temaslar arıyor ve sınır bölgelerinde Çin'e
bağlanıyorlardı. İmparator T'ai-tsung (627-649, Li Yüan'ın oğlu)
Türklere vuracağı darbe için vaziyetin olgunlaşmasını bekliyordu.
Hakan, kuşattığı bir şehir önünde mağlup olarak çekilirken yakalandı,
muhafaza altında Çin başkentine gönderildi (630).

Tai-tsung'un kendini "Türklerin Gök Kağanı" ilan ettiği 630 senesi,
Doğu Gök-Türk istiklâlinin sonu kabul edilmiştir. Hakanlığa bağlı
kabileler ve yabancı topluluklar dağılıyor, Gök-Türk prensleri,
etraflarına kuvvet toplayabilecek kimseler olmadıklarından, herkes
başının çaresine bakıyor, bazı gruplar Çin'e sığınıyorlardı. Gerçi
başta Aşına ailesinden "kağan"lar vardı, fakat bunlar artık Çin
sarayının emrinde, oraya sadakat ziyaretleri yapan, hediyeler sunan,
imparatorlardan türlü unvanlar alan birer kukla idiler. Gök-Türklerin
acıklı durumunu; Çin sarayında imparator huzurunda Türklere karşı ne
yapılabileceği hususunda, cereyan eden münakaşalardan anlamak
mümkündür. Neticede Kuzeybatı Çin'de (Ordos) Sed boyunda "6 Eyalet"
bölgesine Türklerin yerleştirilmesi kararlaştırıldı. Bu suretle, belki
Türklerin Çinlileşeceği umuluyordu. Fakat 680'e kadar geçen 50 yıl
devamınca Türk milleti kendini unutmadı, dilini, örf ve âdetlerini
korudu, tarihinin şanlı hatıralarını ruhunda yaşattı. Bu arada ufak
çapta baş kaldırmalar oluyordu: Mesela Aşına ailesinden bir prensin,
Altaylarda Türk hakanlığını ihyaya çalışması (646-649), yine Gök-Türk
hükümdarları soyundan Tu-çi'nin On-ok'ların başında "kağan" ilan
edilerek (676-678) Çin'e karşı Tibetlilerle ittifak etmesi. Çinliler
tarafından şiddetle bastırılan bu hareketler arasında en çok hayret
uyandıranı, 639 yılında Kür-şad'ın ihtilal teşebbüsüdür. T'ang
imparatorunun saray muhafız kıtasında vazife gören Gök-Türk prensi
(588'de savaş meydanında ölen Hakan Ye-hu'nun küçük oğlu) Kür-şad
(Çince'de: Kie-şe), Türk devletini ihya etmek için, 39 arkadaşı ile bir
gizli cemiyet kurmuş ve önce, bazı geceler tek başına şehirde dolaşan
imparator Tai-tsung'u yakalamağa karar vermişti. Fakat planın
uygulanacağı gece ansızın patlayan fırtına yüzünden, imparator saraydan
çıkmadı. Kararın geciktirilmesini sakıncalı gören Kür-şad ve
arkadaşları, bu defa doğruca saraya yürüdüler. 40 Türk, sarayı ele
geçirip başkente hakim olmayı düşünüyorlardı. Yüzlerce muhafız telef
edildi ise de dışarıdan sevk edilen ordu ile başa çıkılamadı. Şehir
yakınındaki Wei ırmağına doğru çekilen Kür-şad ve arkadaşları,
yakalanarak öldürüldüler.


chatlak
chatlak
Genel Yetkili
Genel Yetkili

Kadın
Mesaj Sayısı : 1083
Nerden : Kocaeli/Gebze
Lakap : sweeti
Ruh Hali : Mükemmel Türk Arşivi Uykulu10
Rep : 70
Kayıt tarihi : 05/10/08

https://f3do.yoo7.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Mükemmel Türk Arşivi Empty Geri: Mükemmel Türk Arşivi

Mesaj tarafından chatlak C.tesi Kas. 01, 2008 1:31 am

Batı Göktürk Hakanlığı


582 yılında, hakanlığın doğu kanadı ile resmen ilgisini kesen Tardu,
her iki tarafı kendi idaresinde birleştirmek için gayret sarf ediyordu.
Doğu hakanlığına baskı yapan Çin'in, Tulan hakana karşı, kardeşi
T'u-li'yi (K'i-min) tutarak iki kardeşi çarpıştırması üzerine Tardu,
Çin'e yürüdü. Kuzey Çin'de ilerlerken, general - diplomat Ç'ang-sun
Şeng'in oyununa kurban oldu. Bu Çinli, Türk ordusunun geçeceği
yollardaki suları, kuyuları, pınarları gizlice zehirletmişti. Tardu,
böyle bir şeyin de yapılabileceğini hatırına getirmediği için zayiat ve
ağır at telefatı verdi, çekilmek zorunda kaldı (600). Bu tarihe kadar
Tardu Kağan, batıda büyük başarılar kazanmış, Hoten bölgesini hakanlığa
bağlamış, şehinşah Ormuzd IV "Türk-zade" (579-590) zamanında,
Bizans-Sasanî savaşlarında, İran işlerine müdahale etmişti. Bir Türk
başbuğu ("Hazar yabgusu"?) Derbend'i kuşatırken, diğer Gök-Türk ordusu
Herat, Badgîs havalisine girmişti (588-9). Bu orduyu durduran ünlü
Sasanî kumandanı Bahram Çüpîn'in isyan ederek Ormuzd'u tahttan indirip
onun oğlu Husrev Pervîz'i çıkarması, fakat bunun da kaçması üzerine,
Bahram'ın kendini "Şehinşah" ilan etmesi, Sasanî imparatorluğunu
karıştırmış, Bizans'ın müdahalesi ile mağlup edilen Bahram, sonunda
hakana sığınmıştı. Böylece Tardu'nun, bir yandan, kısa müddet için de
olsa, her iki Türk hakanlığını kendi idaresinde birleştirmesi (598'e
doğru), aynı zamanda İran üzerinde nüfuzlu bir durum kazanması, onun,
598 yılında Bizans imparatoru Maurikios'a gönderdiği mektubun
başlığında ifadesini bulmuş görünmektedir: "Dünyanın yedi ırkının büyük
başbuğu ve yedi ikliminin hükümdarı Hakan'dan Roma imparatoruna..". Çin
kaynaklarına göre de, bu tarihte Tardu, Ötüken, Kuzeybatı Moğolistan,
Aral gölü havalisi, Kaşgar, Maveraünnehir ve Merv'e kadar Horasan
sahaları üzerinde hakim bulunmakta ve ulu hakan olarak "Bilge Kağan"
unvanını taşımakta idi.
Fakat Tardu, Gök-Türk birliğini gerçekleştirmek için, Çin'in
desteğindeki Doğu hakanları Tu-lan ve K'i-min ile mücadeleleri
dolayısıyla, çok şiddetli davranmış ve buna, şüphesiz Çin'in aleyhte
propagandası eklenmişti. Neticede başta Töles'ler olmak üzere bazı Türk
boyları ve yabancılar ayaklandılar. Tardu bunlarla başa çıkamadı ve
mücadeleyi sürdürdüğü Kuku-nor havalisinde Moğol Tü-yü-hun'lar arasında
kayıplara karıştı (603).

Tardu'nun sahneden çekilmesinden sonra, memlekette isyancıların sayısı
arttı, nizam bozuldu. Doğu hakanlığında yeni bir kudret olarak beliren
Şi-pi Kağan'a karşı, Tardu'nun torunu Ho-sa-na (=Ç'u-lo Kağan)
Sui'lerle işbirliğine kalktığı ve hatta ülkesini bırakarak Çin
sarayında yaşamayı tercih ettiği için, Şi-pi tarafından Çinlilerden
teslim alınarak öldürüldü (619). Devlet Meclisi'nin hakan ilan ettiği,
Tardu soyundan, Şi-koei zamanında durum düzelmeğe başladı. Fakat asıl
huzur, Tardu'nun küçük torunu olan T'ong-Yabgu (Yabgu Kağan) devrinde
(618-630) görüldü. Çin kaynağı T'ang-shu'ya göre "akıllı ve cesur" olan
bu hakan, "mahir bir savaşçı ve seçkin bir taktikçi" idi. Orhun, Tola
ırmakları ile Aral gölü - Kafkaslar arasına yayılmış bulunan Tölesleri
kendine bağlamış, İranlıları mağlup etmiş, güneyde Gandahar'a kadar
ilerlemişti. Ordusu, birkaç yüz bin "iyi yay kullanan" süvariden kurulu
idi. Merkezi Talas şehrinin (bugün Evliya-ata) 75 km kadar
güneydoğusundaki ünlü Bin-vul (Bin-bulak = bin pınar) mevkiinde idi.
T'an-shu'ya göre, "O zamana kadar batıda onun derecesinde kuvvetli
olanı görülmemişti. Çin ile dostane ilişkiler kurmuş olan T'ong-Yabgu
çağında Hindistan'a gitmek üzere Gök-Türk imparatorluğunu bir baştan
bir başa geçerek yollar, şehirler, dinî ve kültürel hayat hakkında çok
ilgi çekici bilgi veren Çinli Budist rahip Hıuen-tsang, T'ong-Yabgu'yu
da ziyaret etmiştir.

Gök-Türk imparatorluğunun parlak bir devir yaşadığı bu yıllarda,
Nu-şi-piler ve Karluklar isyan ettiler. Bunları, kendi mevkiini
tehlikede zanneden Doğu hakanı Kie-li teşvik etmiş olmalıdır.
T'ong-Yabgu'nun, hakanlığın batı kanadı To-lular eliği olan amcası ile
mücadelede ölmesi (630), ülkeyi karıştırdı. Nu-şi-pi boyları, önce
kendileri ayrı bir hükümdar seçmeyi tercih ettilerse de, sonra
Tong-Yabgu'nun oğlu Se-Yabgu üzerinde birleşildi. Bu defa Töleslerin
ayaklanması, devletin Çin'e bağlanmasında birinci derecede etkili oldu.

630 senesi, Gök-Türk tarihinin karanlık yılıdır. Doğu hakanlığı bu sene
Çin'e boyun eğmişti. Batı hakanlığı da aynı tarihte aynı akıbete
uğradı. Bundan sonra da Aşına soyundan bir sürü "kağan", bazen aynı
zamanda birkaç "kağan" Batı Göktürk gruplarının başında görülüyorsa da,
bunlar artık Çin'in birer memuru durumunda idiler. Bir aralık, başta
Türgişler ve Karluklar olmak üzere diğer Türk boylarının desteğinde
şiddetli mücadelelere girişen hakan Ho-lu'nun (653-659) büyük
gayretlerine rağmen, Batı Gök-Türk arazisinin Çin kontrolüne girmesi
658'de tamamlandı. Çin imparatorları, oradaki Türgiş hakanlığı
zamanında bile, çoğu ismen olmak üzere, On-oklara "kağan" tayin etmeğe
devam ettiler.
chatlak
chatlak
Genel Yetkili
Genel Yetkili

Kadın
Mesaj Sayısı : 1083
Nerden : Kocaeli/Gebze
Lakap : sweeti
Ruh Hali : Mükemmel Türk Arşivi Uykulu10
Rep : 70
Kayıt tarihi : 05/10/08

https://f3do.yoo7.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Mükemmel Türk Arşivi Empty Geri: Mükemmel Türk Arşivi

Mesaj tarafından chatlak C.tesi Kas. 01, 2008 1:32 am

II. Göktürk Hakanlığı (Kutluk Devleti)


630-680 arasındaki 50 yıllık zaman Gök-Türklerin hürriyetlerini
kaybettikleri bir matem devresi oldu. Her ne kadar Orta Asya'da millet
olarak Türkler, varlıklarını, dil, inanç ve geleneklerini muhafaza
etmişlerse de, müstakil bir devletten yoksunluk, "bey'lik erkek evladın
kul, hatun'luk kız evladın cariye" olması, Gök-Türkler için haysiyet
kırıcı bir ıstırap kaynağı teşkil ediyordu. Millet şöyle diyordu:
"Ülkeli bir kavim idim, şimdi ülkem nerede? Hakanlı bir kavim idim,
şimdi nerede hakanım?" Gök-Türkleri bu felâkete sürükleyen sebepler,
kitabelerden anlaşılacağına göre, şu üç noktada toplanmaktadır:
1. Sonraki devlet ve idare adamlarının yetersizliği; "... Kağan bilge
imiş, cesur imiş, buyrukları bilge imiş, cesur imiş, beyleri de, kavmi
de iyi imiş, böylece ülkeyi tutup töreyi düzenlemişler... Sonra
kardeşler, oğullar kağan olmuş, küçük kardeş büyük kardeş gibi
yaratılmadığı, oğul babası gibi yaratılmadığı için bilgisiz kağanlar
tahta oturmuşlar, buyrukları da bilgisiz, kötü imişler... Türk beyleri,
Türk adını bırakmışlar, Çin beylerinin adlarını almışlar, Çin hakanına
boyun eğmişler, elli yıl işlerini, güçlerini (ona) vermişler..."

2. Türk kavminin uygunsuz tutumu: "Türk budunu... Sen aç olduğun zaman
tokluğu düşünemezsin, tok olduğun zaman açlık nedir bilmezsin. Bu
sebeple hakanın iyi sözlerine kulak vermedin, yurdundan ayrıldın,
harap, bitkin düştün... Müstakil hakanlığa karşı kendin yanıldın...
Doğuya gittin, batıya gittin. Kutlu yurt Ötüken'i terk ederek gittiğin
yerlerde ne yaptın? Su gibi kan akıttın, kemiklerin dağlar gibi
yığıldı... Devletine karşı hata ettin, kötü hale soktun" "Türk budunu
kendi hakanını bıraktı, hüküm altına girdi. Hüküm altına girdiği için
Tanrı ona ölüm verdi, Türk budunu öldü, mahvoldu...".

3. Kurnaz Çin siyaseti ve yıkıcı propaganda: "Çin kavminin sözü tatlı,
ipeklisi yumuşak imiş; tatlı sözü, yumuşak ipeklisi (ile) uzak
kavimleri aldatıp yaklaştırır imiş. Sonra da fesat bilgisini orada
yayarmış; iyi, bilge kişiyi yürütmez imiş. Onun tatlı sözüne,
ipeklisine kapılan çok Türk kavmi öldü..." "... Çin kavmi hilekar ve
kurnaz olduğu için, küçük kardeşle büyük kardeşi birbirine düşürdüğü
için, beylerle kavim arasına nifak girmesi yüzünden Türk budunu,
devletini ve kağan yaptığı kağanını kaybedivermiş..."; "... Çin kağanı,
Türk kavmi (ona) bunca işini gücünü verdiği halde, Türk kavmini
öldüreyim, soyunu mahvedeyim, der imiş, mahvetmeğe yürürmüş...".

Gök-Türk tarihinin bu 50 yıllık fetret devrinin sonunda, Kitabeler yolu
ile çok iyi tanınan, Aşına soyundan Kutlug (Çince'de Ku-to-lu) istiklal
savaşına girişti (680). Türk milletinin hür ve müstakil hakanlık
çağının hasreti içinde olduğunu sezen Kutlug, kendinden önceki
mücadeleleri de takip ediyordu: Çin'de Ordos'daki bazı Türk
zümrelerinin aynı maksatla başa geçirdikleri prens Ni-şu-fu, davayı
kaybederek, kesilen başı Çin başkenti Lo-yang'a götürülmüş (679-680),
mücadeleye devam eden, yine Aşına soyundan, Fu-nien, kalabalık Çin
kuvvetleri karşısında yenilerek 53 arkadaşı ile birlikte Lo-yang
çarşısında idam edilmişti (Ağustos, 681).

Bu sırada Kuzey Çin'de, vaktiyle Türklerin yerleştirildiği bölgede
bulunan ve Türk kütlelerinin istiklâl iştiyakını gerçekleştirmek azmi
ile ortaya atılan Kutlug, gizlice teşkilat kurarak, etraftaki Gök-Türk
ileri gelenlerini ve halkını vazifeye çağırdı. Süratle yayılan harekete
katılanların sayısı, kısa zamanda beş bine yükseldi. Davete koşanlar
arasında, II. hakanlık devrinde Gök-Türklerin ünlü devlet adamı ve
kumandanı Tonyukuk da vardı.

Kutlug ile Tonyukuk önce, 681'de, Kuzey Çin'deki Yün-çu eyaletine
baskın yaparak 30 bin civarında at, koyun, deve elde ettiler.
Kendilerine yeni kuvvetler katıldı. Çogay'ın (Yin-şan dağları, Huang-ho
büyük dirseğinin kuzey yakasındaki dağ silsilesi) kuzey eteklerini
yazlık ve Kara-kum'u kışlık merkezi yaparak hazırlıklarını
tamamladılar. İlk hedefleri Ötüken idi.

Baykal gölünün güneybatısında, yüksekçe dağlar ve Orhun, Tamır
ırmakları ile çevrili, müdafaası kolay, fakat etrafa akınlar yapmağa
elverişli mevkide, (47. enlem-101. boylam) iklimi mutedil ve otlağı bol
bir yer olan Ötüken yaylası, Asya Hunları ve 1. Gök-Türk Hakanlığı
zamanında devletin ağırlık merkezi olarak, Türklerin kutlu toprağı
sayılıyordu. Dağınık Türk kütlelerini ancak, "Türk devletçilik ruhunun
yerleşmiş olduğu" Ötüken etrafında toplamak ve idare etmek mümkün idi.

Kutlug hareketinin gelişmesinden endişelenen Selenga ırmağı
boylarındaki Oğuzların, tedbir olmak üzere, K'i-tan'larla ve Çin ile
ittifak teşebbüsleri, bir Gök-Türk seferini hızlandırdı. Tonyukuk'un
tavsiyesi ile baskın şeklinde "İnekler Gölü" kıyısında kazanılan savaş
(682), Oğuz tehlikesini ortadan kaldırdı. Küçük çapta olmasına rağmen
yüksek tarihî ehemmiyet taşıyan bu muharebe, Gök-Türklerin Ötüken'e
hakim olmalarını sağladı. Kutlug, "kağan" ilan edilerek "İlteriş"
(il'i=devlet'i derleyip toplayan) unvanını aldı ve II. hakanlığı
teşkilatlandırdı: Kardeşi Kapgan'ı "şad", diğer kardeşi To-si-fu'yu
"yabgu" tayin etti. İstiklâlin kazanılması ve devletin kuruluşunda
birinci planda rol oynayan Tonyukuk'u ("aygucı"=Toy başkanı, başbakan)
yaptı, ordu ve diplomasi işlerinin tanzimini ona tevdi etti.

Yeni hakanlığın önce Çin'i taarruz hedefi olarak alacağı tabiî idi. Bir
zafer akınları resmi geçidi manzarasını veren Çin seferleri, bir
yandan, bu eski ve "hilekâr" hasmı baskı altında tutmak, diğer yandan,
körpe Gök-Türk devletinin şiddetle ihtiyaç duyduğu yiyecek, giyecek,
bilhassa at gibi zarurî madde ve vasıtayı elde etmek maksadını
güdüyordu. Akınlar hep Pekin'den Kan-su'ya kadar olan sahaya, Çin
Seddi'nin hemen güneyinden Hu-ang-ho'nun güney mecrasına yakın yerlere
kadar yayılan ve Çinlilerin "Çu" (prefecture) dedikleri garnizon ve
eyalet merkezlerine yöneltilmişti; 682'de Ping-çu 8 defa, 683'de
Lan-çu, Ting-çu, Kuei-çu, Yü-çu ve Feng-çu 10 defa, 684'de So-çu 6
defa, 685'de yine So-çu ve Hin-çu 2 defa, 686'da yine So-çu, Tai-çu 11
defa, 687'de yine So-çu, Çang-p'ing 9 defa akın yapılan yerlerdi. Bu
seferler esnasında Çin valileri, kumandanları mağlup edildi, orduları
dağıtıldı. Büyük çapta zaferler, Hin-çu'da (Nisan 685) ve So-çu'da
(Ekim 687) kazanıldı.

Ayrıca Kitanlarla 7 ve Oğuzlarla 5 kere savaştığı bildirilen İlteriş
Kağan, kuzeyde Kögmen (Tannu-ula) dağlarına, doğuda Kerulen ve Onon
nehirlerinin yüksek vadilerine, batıda Altaylara kadar uzanan sahadaki
Türk ve yabancı kavimleri Gök-Türk idaresine almıştı. Böylece Gök-Türk
devletini yeniden kurup teşkilatlandırarak töre'yi tekrar yürürlüğe
koyan millî kahraman İlteriş, kutlu Ötüken yaylasında dalgalandırdığı
altın kurt başlı sancağın gölgesinde öldü (692).

İlteriş öldüğü zaman, biri 8 yaşında (Bilge), diğeri 7 yaşında (Kül
Tegin) olmak üzere iki oğul bırakmıştı. Kardeşi 27 yaşındaki Kapgan
(aslında Türkçe unvan = Fatih) hakan oldu (692-716). Çin kaynaklarında
adı Mo-ç'o diye geçen Kapgan, Türk tarihinin büyük fatihlerinden
biridir. Tonyukuk, aygucılık görevini yapıyor, hakanın kardeşi,
yeğenleri ve oğulları, yavaş yavaş Gök-Türk hakanlığının seçkin
simaları olarak beliriyorlardı. Kapgan Kağan'ın büyük ve uzak görüşlü
bir devlet adamına yakışır planları olduğu görülmektedir ki, esasları
şöyle hülasa edilebilir:

a. Çin'i baskı altında tutmak. Bunda iki maksadı vardır: Türk
devletinin huzurunu korumak ve halka yetecek ölçüde tarım ürünü
imkanları sağlamak.

b. Çin'de dağınık halde yaşamakta olan Türkleri, anavatana (Ötüken)
çekmek. Bunda da iki maksadı vardı: Türkleri yabancı hakimiyetinden
kurtarmak ve Türk ülkesinde askerî ve iktisadî gelişmeyi hızlandırmak.

c. Asya kıtasında ne kadar Türk varsa hepsini Gök-Türk birliğine
bağlamak. Kapgan'ın bu siyasî ve iktisadî görüşleri, onu sayılı Türk
büyükleri arasında çok yükseltmektedir. Bilhassa üçüncü nokta, dikkat
çekici bir siyasî kavrayışı ifade eder.

Genç, haşin ve ihtiraslı Kapgan, seferler ve zaferler dizisini, 693 Çin
baskını ile açtı. Ling-çu eyaletine şiddetli bir darbe vurdu ve aynı
sene içinde aynı bölgeye yedi sefer daha tertipledi. Sonra Ordos'a akın
yaptı. Askerî harekâtını yeniden Ling-çu'ya doğru teksif ettiği yılda
(696, Şeng-çu'ya 1, Liang-çu'ya 3, Ling-çu'ya 8 sefer) K'i-tanlarla
Çin'in bozuşmasını kendi lehine değerlendirerek, T'ang imparatoriçesi
Wu'yu (690-705) destekledi. Korkunç K'i-tanları Ho-pei bölgesinde ağır
hezimete uğrattıktan (Ekim 696) sonra, imparatoriçeden isteklerini
sıraladı: 100 bin "hu" (hu = yaklaşık 12,5 kiloluk ölçek) tohumluk
darı, 3 bin adet tarım aleti, 10 bin (T'ang-shu'ya göre 40 bin) libre
demir, Çin topraklarında oturan (çoğu Ordos'da "6 Eyalet" arazisinde)
Türklerin, anavatana iadesi'. Sonra, Kapgan, Yenisey bölgesini işgal
etmekte olan Kırgızlara yöneldi. Mevsim kış (696-697), yol uzun ve
meşakkatli idi, fakat bu sefere zaruret vardı: "Kuvvetli Kırgız kağanı,
Çin kağanı ve On-ok kağanı anlaşıp; Altun-yış'da (Altun ormanı = Altay
dağları) buluşalım, ordularımızı birleştirelim, doğuda Türk kağanına
saldıralım, (yoksa) kağan cesur ve aygucı'sı bilge olduğundan o bizi
mahveder demişler". Kapgan ile Tonyukuk idaresindeki Gök-Türk ordusu
"kar sökerek, ağaç dallarına tutunarak, bazen atları yedeğe alarak"
yolsuz vadilerden Kögmen dağlarını aştı, Yenisey kaynaklarında Anı
ırmağı kıyısında Kırgızları bastırdı, "han"ı telef olan Kırgız ülkesi
teslim alındı. Sıra, üçlü ittifakta yer aldığını gördüğümüz Türgişlere
(On-oklar) geldi. Fakat Çin, Kapgan'ın isteklerini sürüncemede
bırakıyordu. Hakan, önce mevcut duruma uygun olarak, orduyu ve idareyi
yeniden teşkilatlandırdı: Kardeşi To-si-fu'yu hakanlığın sol kanadına
"şad", İlteriş'in oğlu 14 yaşındaki Bilge'yi Tarduş topluluğu üzerine
"şad" tayin etti ve kendi oğlu Bögü'yü (Kitabelerde İnel Kagan, Çin
kaynaklarında: Fu-kü ve "İnie Khagan") "küçük kağan" yaptı. Bu suretle
Gök-Türk imparatorluğunda, askerî kuvvetler de iki ordular grubu
halinde tertiplenmişti. Kapgan, Çin ile savaşa hazırlanırken, İnel
Kagan ile Bilge Şad emrindeki, fakat gerçek sevk ve idaresi Tonyukuk'un
elinde bulunan batı ordular grubu da, "Batıyı düzenleme", yani
On-okları devlete bağlamak vazifesini almıştı. Çin elçilerine karşı
Kapgan'ın şiddetli ve kararlı tutumu, şimdilik doğuda bir silahlı
çatışmayı önledi: "Mo-ç'o'nun kudretinden telaşlanan Çin"den derhal
3000 tarım aleti, 40 bin "şi" (yaklaşık 3000 ton) tohumluk darı
gönderildi ve Türkler, anavatan topraklarına iade edildi (698). Büyük
kağanın planlarından ilk ikisi gerçekleşmişti.

Ancak, Kapgan'ın kızını bir T'ang prensi ile evlendirmek arzusuna
karşı, aslında cariyelikten gelme bir kadın olan imparatoriçe Wu'nun,
T'ang'lardan değil de, kendi ailesinden bir prensi damat olarak ortaya
sürmesinden öfkelenen Kapgan, yanında bulunan Çin elçilik heyetinden
general Yen-çi-wei'yi "Çin kağanı" ilan ederek, onunla birlikte
Gök-Türk askerî gücünün bütünü ile, ansızın Çin topraklarında göründü
(698): Kuei-çu, T'an-çu, P'ing-çu, Yü-çu, T'ing-çu Çao-çu eyaletlerini
30 defa vurdu. 100 bin kişilik ordusu ile, bütün Çin kuvvetlerini ezdi,
at sürüleri başta olmak üzere bol ganimet ve esir aldı. Tonyukuk'un ve
Bilge'nin de katıldığı bu geniş ölçüde harekat esnasında, "Yaşıl-ögüz"
(Yeşil Nehir = Yang-çe = "ta-luy-Oguz") kıyılarına ve Şantung ovasına
ulaştığı anlaşılan Türk orduları tarafından, 23 kasaba tahrip
edilmişti. Oradan kuzeye yönelen Kapgan'a, Çin orduları kumandanı Şa-ça
Cung-i (Kitabelerde Ça-ça Sengün), emrindeki birkaç yüz binlik
kuvvetine rağmen saldırıya cesaret edemeyerek, Gök-Türk süvari
tümenlerinin geçişini uzaktan seyrederken, ümidini kaybeden Çin
sarayından orduya gönderilen gizli bir günlük emirde, "kağan"ı bulup
öldürenin "prens" ilan edileceği bildiriliyordu.

Aynı yılın sonlarına doğru, ölen hatunun yoğ (cenaze) töreni ile meşgul
Kağan'ın emri üzerine, İnel ile Bilge tarafından sevk edilen batı
orduları grubu da, Tonyukuk'un yüksek kumandasında, Altayları
(Altun-yış) aşıp Yarış ovasına (Cungarya) ilerlemiş ve Bolçuy'da On-ok
kuvvetleri üzerinde kesin zafer kazanmıştı (698). "Türk budun"dan
olduğu halde "yanlış hareket eden" Türgiş hakanı U-çe-le'nin
(Wu-shih-le) yakalanması ve yabgusu ile şad'ının telef olmaları ile
neticelenen Bolçu savuy, On-okların bütün To-lu ve Nu-şi-pi
kabilelerini, yani Balkaş, İli, Isıkgöl, Çu ve Talas bölgelerindeki
Türkleri, Gök-Türk birliğine bağlamıştı (699). Hakanlığın sınırları,
batıda Kengü Tarban'a ve Fergana'ya dayandı. Çin kaynağı şöyle diyor:
"Mo-ç'o, zaferlerinden gurur duymakta, imparatorluğumuzu hakir görüyor.
Yüksek gayeleri var. Her tarafa ordular sevk ediyor. Arazisinin
genişliği, 10 bin "li" (yaklaşık 4500 km) den fazla. Bütün barbarlar (=
Çin dışındakiler), onun emri altında...". Böylece, vaktiyle Tardu'nun,
Türk birliğini gerçekleştirdiği tarihten tam 100 sene sonra, Kapgan
Kağan'ın Doğu-Batı hakanlıklarının topraklarını tek idarede toplaması
yolu ile "dehşet verici Türk birliği ihya edilmişti". Bu tarihlerde,
anlaşıldığına göre, Gök-Türk hakanlığına bağlı Türk kütleleri, 30 "boy"
teşkil etmekte idiler. Kapgan'ın planında 3. noktanın tamamlanması için
Maveraünnehir'in de zaptı gerekiyordu: Coğrafî mevkii, iklimi, verimli
toprakları ile, zenginliği bütün kaynaklarda övülen Maveraünnehir'de o
sırada Gök-Türk ordularına karşı koyacak bir kuvvet yoktu. Türk soylu
bazı ailelerin idare ettiği "şehir krallıkları", 670'lerden beri,
nispeten küçük kuvvetlerle ufak çapta teşebbüslere girişen
Müslüman-Arap kumandanlarına (Abdullah b. Ziyad, Sa'id b. Osman, Musa,
Muhelleb vb.) başarı ile karşı koymakta idiler.

Yine Tonyukuk'un yüksek kumandasında olmak üzere, İnel "kağan" ve Bilge
tarafından sevk ve idare edilen Gök-Türk batı orduları grubu,
Altaylar-Bolçu-Yanş Ovası-Çu ve Talas havzaları-Karadağ kuzeyi
üzerinden Yinçü-ögüz (İnci nehri=Seyhun=Sir-derya) kıyılarına ulaştı;
nehri geçerek, Maveraünnehir'in Kızıl-kum çölüne daldı ve tam güney
istikametini aldı. Ordunun bir kısmını, muhtemel bir yan hücuma karşı,
İnel idaresinde burada bırakan Tonyukuk, güneye ilerledi ve U-çe-le'nin
oğlu olan Türgiş başbuğu So-ko idaresinde olduğu anlaşılan Sogd halkı
teslim oldu. "Tinsi-oğlı" denilen mukaddes Ek-lağ 'ı aşarak ilerleyen
Gök-Türk ordusu, güneyde Temir Kapıg'a (Demir Kapı) ulaştı (701).
Zengin ganimet elde edildi: "Sarı altın, beyaz gümüş, eğri deve,
kız-kadın..." Temir Kapıg, bilindiği gibi, milattan önceki asırlardan
beri, İran ile Turan (Türk) ülkelerinin arasında, tabiî sınır kabul
edilmekte idi.

Maveraünnehir seferi münasebetiyle, Orhun kitabelerinde ilk defa
Müslüman Araplar (=T****) zikredilmiştir. (İranlıların Araplara
verdikleri Tazî adından [Tayy adlı Arap kabilesinden] gelen T****,
Türkler tarafından sonraları İranlılar için kullanılmıştır: Tacik). Bu
ad o zaman, Keş şehrinde karargah kurmuş olan, Horasan valisi
Muhelleb'in kuvvetleri ile ilgili olmalıdır. Anlaşıldığına göre İnel
kumandasındaki kuvvet, bir Arap hücumuna karşı orada bırakılmış, fakat
Muhelleb ordusu, herhangi bir harekette bulunmamıştır.
chatlak
chatlak
Genel Yetkili
Genel Yetkili

Kadın
Mesaj Sayısı : 1083
Nerden : Kocaeli/Gebze
Lakap : sweeti
Ruh Hali : Mükemmel Türk Arşivi Uykulu10
Rep : 70
Kayıt tarihi : 05/10/08

https://f3do.yoo7.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Mükemmel Türk Arşivi Empty Geri: Mükemmel Türk Arşivi

Mesaj tarafından chatlak C.tesi Kas. 01, 2008 1:50 am

Doğuda Türk ordusu faaliyet halinde idi. 701 başlarında Tangutların
sahası Lung-yu'ya (Kansu'nun kuzeydoğusu) bir akın tertipleyen
Kapgan'ın, buradan Güney Ordos'da Sogd kolonilerinin (Chao-wu)
bulunduğu "Altı eyalet" (=Liu Hu Çu; Kül Tegin ve Bilge Kitabelerinde:
Altı Çub Sogdak) üzerine açtığı sefere (Şubat 702) Bilge ile Kül Tegin
de katılmışlardı. Sogdlulann dağılması üzerine karşı çıkan Çinli
kumandan Ong-tutuk idaresindeki 50 bin kişilik ordu da mağlup edildi ve
Çinli general, henüz 16 yaşlarında bulunan Kül Tegin tarafından elinde
silahı ile yakalanarak getirilip hakana teslim edildi (702 sonbaharı).
Kapgan, Çin'e akınlarına devam etti. 702'de Yen-çu, Hia-u, Şi-ling,
Hin-çu, Ping-çu bölgelerine 20 sefer yaptı. 704'de Kül Tegin ile
Bilge'nin de katıldığı büyük Ming-şa (Ming-sha-hien. Kan-su'da bugün
Çung-vvei-hien) muharebesinde Çaça Sengün (Çince aslı Şa-ça Çung-i)
kumandasındaki 80 bin kişilik Çin ordusu bozguna uğratıldı ve hemen
arkasından Lung-çu, Yuan-çu, Hin-çu'ya karşı 11 akın tertiplendi. Tang
imparatoru Çung-tsung, yine günlük bir emir neşrederek, Kapgan'ı esir
eden veya öldüreni, "prens" unvanı ve 2 bin top ipek vererek taltif
edeceğini ilan ediyordu. Ayrıca bütün vazifelilere, Gök-Türkleri mağlup
etmek için planlar hazırlamalarını emretti. Bunun üzerine sarayın
yüksek memurlarından Lu Fu'nun imparatora sunduğu raporda çare olarak:
1- "Barbarları" birbirine karşı tahrik etmek, 2- "Barbarları" iki
cephede birden savaşa zorlamak, yolları tavsiye ediliyor ve M.Ö. 36
yılında Çi-çi'nin böyle yenildiği hatırlatılıyordu.
Bu arada, 649'dan beri Çin ile siyasî münasebetler kurmuş bulunan
Basmıllar, tekrar itaate alındı (704). 709'da Çik'ler (Yukarı Kem-İrtiş
arasında, Kırgızların komşusu) ve Isıkgöl batısında Az'lar, Bilge
tarafından hakanlığa bağlandı. Gök-Türk ordularının uzaklarda meşgul
olmasını fırsat bilerek başkaldırmağa kalkışan Kırgızlar da Bilge-Kül
Tegin idaresinde "mızrak boyu kar sökerek Kögmen dağlarını aşan"
Gök-Türk orduları tarafından Songa ormanında ikinci defa mağlup edildi
(710). Aynı yıl içinde Tola ırmağı civarındaki Bayırkular, Türgi-yargın
gölü savaşında bozguna uğratıldı. 711 yılında, yine itaatten çıkmış
olan Türgişler darbelendi, "ateş ve fırtına" gibi saldıran Türgiş
kuvvetleri mağlup edilerek, Türgiş yabgusu, şad'ı ile birlikte, tabi
"kağan" durumundaki So-ko öldürüldü, "Kara Türgiş" itaate alındı. Bars
Beğ, Türgiş "kağan"ı tayin edilerek Bilge'nin kız kardeşi ile
evlendirildi ve Maveraünnehir'e bir yürüyüş yapıldı; sebebi, kitabelere
göre, "Sogdak (Semerkand bölgesi) kavmini tanzim etmek" idi. Bu seferin
icra edildiği yıllar (711-714), Maveraünnehir'de meşhur Kuteybe b.
Müslim idaresindeki Arap ordularının, kesin başarılar sağladığı devre
tesadüf eder. Kuteybe, Buhara'yı aldıktan sonra Sogd başkenti Semerkand
üzerine yürümüş, 300 muhasara makinesi ile kuşattığı şehri, Türk asıllı
"kral" Gürek'i serbest bırakmak şartı ile, teslim almıştı (93/711-712).
İslam kaynaklarında, bu münasebetle Maveraünnehir halkının Türk
"hakan"ından yardım istediği, böylece Araplarla mücadele eden müttefik
Maveraünnehir kuvvetlerinin başında bulunan "Hakanın oğlu"nun bir gece
baskınında bozguna uğradığı bildirilmektedir. Bu kayıt, Gök-Türklerle
ilgili sayılmış ve mağlup olanın Kül Tegin olduğu iddia edilmiş veya
mağlup olan 'Gök-Türk prensi'nin mutlaka Kül Tegin olması gerekmediği
beyan edilmiş, son olarak da Kapgan Kağan'ın mağlup olduğu ileri
sürülmüştür. Gerçekte ne Kapgan'ın, ne Bilge'nin, ne de Kül Tegin'in o
sırada Maveraünnehir'e gelmeleri mümkün idi, zira onlar, o tarihlerde
hakanın şiddetli tutumundan dolayı isyan eden Türgiş ve Karluklarla
meşgul bulunuyorlardı (711-714). Tonyukuk da 750'den beri faal
vazifeden çekilmişti. Esasen yukarıdaki iddialar (bahis konusu
rivayetin kumandan Kuteybe'nin mensup olduğu Bahila kabilesinden çıkmış
olması, fakat bu devir Maveraünnehir İslâm harekâtı bakımından, ana
kaynak durumundaki İbn ül-A'sami'l-Kûfî'de böyle bir rivayetin
geçmemesi, Orhun kitabelerinde bir savaştan değil, sadece bir "tanzim"
keyfiyetinden bahsedilmesi ile bu husustaki Çin kaynaklarının
karşılaştırılmasından, Gök-Türk ordularının başka yerlerde bulunduğunun
tespiti sebepleri ile) doğrulanmıştır. Bu duruma göre, 712 yılında Sogd
kuvvetleri başında Araplara yenilen kumandanın, bir Türgiş "han"ı (daha
doğrusu bir Türgiş başbuğu) olabileceği neticesine varılmıştır.

Kapgan Kağan'ın gittikçe şiddetini artıran müsamaha tanımaz sert
tutumu, huzursuzluğu arttırıyor, gördüğümüz gibi, bilhassa Türk
boylarının ayaklanmalarına yol açıyordu. İsyan edip Kengeres'e (Seyhun
kıyıları, Kangahlar veya Keng-külüler memleketi?) doğru giden bir kısım
Türgiş kütleleri (Kara Türgişler), 711 yılında "atların zayıf, azığın
yok" olduğu güç şartlara rağmen Kül Tegin tarafından bastırılmış ise
de, aynı yılda başlayıp üç seneden fazla süren ve Çin'in tahriki
neticesinde Karlukların katılmaları ile iyice alevlenen isyanlar, hayli
güçlük çıkardı. İmparator Çung-tsung'un Kan-su eyaletlerindeki
ordularını, Gök-Türklere karşı seferber hale getirdiği bu sıkıntılı
günlerde, "Türkistan"daki yurtlarından kalkarak Ötüken'e kadar
sokulmağa muvaffak oldukları anlaşılan Karluklar ve müttefikleri, ancak
Kapgan, Bilge ve Kül Tegin'in ortak harekâtı ile Tamıg Iduk-başdaki
şiddetli savaşta (713) mağlup edilerek dağıtılabildiler. Bir kısım
Karluk kütlesi ve başkaları Çin'e sığındılar ve San-yuan bölgesine
yerleştirildiler. Tamıg Iduk-baş muharebesi, tam zamanında kazanılmış,
Gök-Türkleri iki cephede savaşmağa mecbur etmeyi hedef alan Çin
kuvvetlerinin, Karluklar lehine müdahale etmesi önlenmişti. Şimdi de
Çin hazırlığını saf dışı etmek gerekiyordu: Çin yığınak merkezi
Beş-balık üzerine sefer yapıldı (714). Çin kaynaklarının belirttiği
üzere, İnel ile T'ung-o Tegin ve hakanın eniştesinin kumandasında sevk
edilen ordu, Beş-balık'ı kuşattı. Kitabelere göre, Bilge'nin de
katıldığı bu harekâtta şehir ele geçirilemedi ise de, karışıklıktan
faydalanarak Soei-se'deki (Tokmak şehri, Isıkgölün kuzey-batısı) Türk
kabileleri üzerinde bir başarı kazanmakla iktifa eden Çinlilerin,
Gök-Türklere karşı büyük ölçüde taarruzu ortadan kaldırılmış oldu.

Ancak hakanlık, bir kazan gibi kaynamakta idi. Kitabelerdeki "Amcam
Kağan'ın idaresi karışıklık içine düştüğü, halkta ikilik ortaya çıktığı
zaman..." gibi ifadeler, durumu açıklamağa yeter. Az'lar ve arkasından
İzgiller, şiddetle ezildi (715). Fakat hakanlığın esas kütlesini
meydana getirdiği için devleti temellerinden sarsarak, nihayet ihtilale
sebep olan Oğuzların isyanları, Gök-Türk içtimaî bünyesinde derin
yaralar açtı ve en büyük neticesi, batının (On-ok ülkesi ve
Maveraünnehir) hakanlıktan kopması oldu. 714 yılı sonbaharında
başladığı anlaşılan Oğuz ayaklanmalarının -Oğuzların devlete olan
nispetleri dolayısıyla- hayretle karşılandığı, kitabelerden
sezilmektedir: "Dokuz-oğuz budunu, kendi budunum idi, gök ve yer
karıştığı için, düşman oldu". 715 baharında Kapgan'ın açmak zorunda
kaldığı Dokuz-oğuz seferinde mağlup edilen ve hayvanları öldürülen
Oğuzlardan bir kısmı, Çin'e sığındı. 716 senesinde Oğuz boylarından
Bayırkular, şiddetle bastırıldı. Fakat bu, ömrü boyunca durup
dinlenmeyen, haşin tabiatlı Kapgan Kağan'ın seri halindeki zaferlerinin
sonuncusu oldu. Kendinden emin, Ötüken'e dönerken yolda Bayırkuların
pususuna düştü ve öldürüldü (22 Temmuz 716). Asilerin Çin ile temas
halinde oldukları, bu sırada onlar nezdinde bir Çin elçisinin
bulunmasından anlaşılıyor. Hattâ rivayete göre, Kapgan'ın kesilen başı
bu elçi tarafından Çin'e götürülmüştür.
chatlak
chatlak
Genel Yetkili
Genel Yetkili

Kadın
Mesaj Sayısı : 1083
Nerden : Kocaeli/Gebze
Lakap : sweeti
Ruh Hali : Mükemmel Türk Arşivi Uykulu10
Rep : 70
Kayıt tarihi : 05/10/08

https://f3do.yoo7.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Mükemmel Türk Arşivi Empty Geri: Mükemmel Türk Arşivi

Mesaj tarafından chatlak C.tesi Kas. 01, 2008 1:50 am

Kapgan'ın yerine geçen oğlu İnel (Bögü), hakanlığın bu buhranlı
devrinde, devlet dizginlerini tutacak kudrette değildi. Karışıklığı
önleyememiş, yurda huzur getirememişti. Halbuki Türk halkı, bu
hizmetleri, hakandan beklerdi. Oğuzlar, büsbütün alevlendikleri için
devleti kurtarmak işi, İlteriş'in oğullan, sol Bilge elig'i olan Bilge
ile Kül Tegin'in omuzlarına yüklenmişti. 716 yılında Kül Tegin, beş
Oğuz seferi yapmış (Togu-balık, Kuçlaguk, Urgu [veya Antırgu?],
Çuş-başı, Ezgenti-kadız savaşları. Bunlardan ikincisinde Edizlerle,
dördüncüsünde Tongralarla savaştı) ve seferlerden dördüne Bilge de
katılmıştı. O sene büyük ölçüde hayvan telefatına sebep olan kıtlıkta
bile, Bilge sefer halinde idi. Ötüken üzerine yürüyen Üç-oğuzlar, Kül
Tegin tarafından püskürtüldü. Dokuz-Tatarlarla ittifak ederek hücuma
geçen Oğuzlar, Agu'da cereyan eden iki savaşta bozguna uğratıldı ve
Oğuz kütleleri, Çin sınırına doğru çekildiler. Uzayıp giden bu savaşlar
dolayısıyla, kitabelerde Gök-Türk ordusunun takatten düşüp, cesaretini
kaybettiğini belirten ibareler vardır. Olup bitenler, yeni hakanın
beceriksizliğine atfolunuyor ve halkta, Tanrı tarafından hakanlık
yetkisinin ondan geri alındığı kanaati uyanıyordu. Ülkenin felâketten
kurtulması için, hakanın değişmesi lâzımdı. Çin kaynaklarındaki izahata
göre, herhalde Bögü'nün direnmesi neticesi, değiştirme zor kullanılarak
yapıldı. İnel Kağan, kardeşi, akrabaları, beyleri ve taraftarları
öldürüldü. İhtilal planı, iki kardeş, Bilge ve Kül Tegin tarafından
hazırlanmış, fakat Kül Tegin tarafından icra edilmişti.

Bilge, kağan oldu (716-734, Tengri teg Tengride bolmış Türk Bilge).
"Sol Bilge elig"liğe getirilen Kül Tegin de, Gök-Türk ordularının
tanzimini üzerine aldı. 705 yılından beri Yargu (yüksek mahkeme)
üyeliği yapmakta iken , Bilge'nin kayınbabası olduğu için, ihtilal
sırasında dokunulmayan Tonyukuk da tekrar eski vazifesi olan
"aygucılığa" (Devlet Meclisi Başkanlığı) getirildi. Fakat umumî bir
yorgunluk, bezginlik vardı:

"Tanrı, Türk kavmi yaşasın diye beni tahta oturttu... İçte aşsız, dışta
giyeceksiz bir kavme, kağan oldum. Babamızın, amcamızın kazandığı
milletin adı, sanı unutulmasın diye kardeşimle sözleştik. Türk milleti
için, gece uyumadım, gündüz oturmadım. Kül Tegin ile ve şadlarla,
ölesiye çalıştık..." Mücadele, şiddetle devam ediyordu. 717'de Uygur
ilteberi ile (Kargan savaşı), 718'de tekrar isyana teşebbüs eden
Karluklar ile savaşıldı ve başarıya ulaşıldı.

Bilge Kagan, Çin ile iyi geçinmek arzusunda idi. Bunun lüzumuna, Çin'in
kuvvetli, Gök-Türklerin ise yorgun ve ihtimama muhtaç olduğu
hususundaki, Tonyukuk'un da kanaati neticesinde inanmıştı. Fakat
sığıntı Gök-Türk prensi ile etrafındakileri, 718'de Bilge'ye karşı
savaşa teşvik eden ve aynı zamanda K'i-tan ve Tatabıların askerî
desteğini sağlayan Çin, Beş-balık'taki Basmıllar ile de anlaşmıştı.
Nazik durum, büyük devlet adamı ve stratejist Tonyukuk tarafından
kurtarıldı. Onun planı, sevk ve idaresi altında önce Basmıllar mağlup
edilip, Beş-balık kuşatıldı, sonra da yalnız kalan Çin, şiddetli bir
darbe ile baskı altına alındı: Şan-tan (Kan-su'da) savaşında Çin ordusu
bozguna uğratıldıktan (Eylül 720) ve Beşbalık zaptedildikten sonra,
Kan-çu, Yüan-çu, Liang-çu bölgeleri, 10 sefer yapılarak ele geçirildi.
K'i-tanlar ve Tatabılar, saf dışı edildi (722-723). Karluk İl-teber'i,
memleketi terk etti ve orada Bilge Kağan, halk tarafından sevinçle
karşılandı. Hakanlık, eski zindelik ve itibarını kazanmıştı. Bütün doğu
ve Tarbagatay'a kadar batı, hakanlık idaresinde idi. Hattâ Bilge, 717
karışıklığında Ötüken ile ilgisini kesip müstakil bir devlet durumuna
girmiş olan Türgiş bölgesini bile, kendine tabi saymakta idi. Bu
başarılar, üç Gök-Türk büyüğünün, Tonyukuk, Bilge ve Kül Tegin'in azim
ve gayreti ile elde edilmişti. Çin de şüphesiz durumun farkında idi.
725 yılında imparator Hüan-tsung'un başkanlığında yapılan bir
toplantıda şöyle konuşuluyordu: "...Gök-Türklerin ne zaman, ne
yapacakları bilinmez. Bilge iyidir, milletini sever, Türkler de ondan
memnundurlar... Kül Tegin, harp sanatının üstadıdır, ona karşı koyacak
bir kuvvet, zor bulunur... Tonyukuk ise otoriter ve bilgedir,
niyetleri, kurnazlığı çoktur. İşte şimdi bu üç "barbar", aynı anlayışta
olarak bir aradadırlar..." 721 yılındaki Gök-Türk barış teşebbüsüne,
kalabalık bir ordu teşkiline girişmekle cevap vermiş olan Çin
imparatoru Hüan-tsung, artık o teklifi müsbet karşıladığını
bildirebilirdi. İmparator tarafından Ötüken'e gönderilen elçiyi Bilge
hakan, hatunun, Kül Tegin'in, Tonyukuk'un ve diğerlerinin hazır
bulunduğu mecliste kabul etti (725).

Büyük Türk devlet adamı Tonyukuk ile ilgili son bilgi 725'deki bu
haberdir. O, herhalde bu tarihten az sonra ölmüş olmalıdır. Gök-Türk
istiklâl savaşı hazırlıklarından itibaren, İlteriş, Kapgan, Bilge
zamanlarında devlete 46 yıl hizmet eden, savaşlarında hiç başarısızlığa
uğramayan, "Boyla Baga inançu Yargan Apa Tarkan" unvanlarını taşıyan,
"bilge" ve stratejist Tonyukuk, hakanlığın ordusunu, adliyesini
tanzimde başta geliyordu. Çin kaynaklarında bile bu meziyetleri
belirtilmekte ve "Aygucı" olarak devletteki büyük rolünü, o çağın dinî,
kültürel cereyanlarını nasıl yakından takip edip, Türk milleti
açısından değerlendirdiğini gösteren deliller verilmektedir: Bilge
Kağan, Çin'de olduğu gibi Türk ülkesinde de, şüphesiz savunma maksadı
ile, şehirleri surlarla çevirtmek, hisarlar yaptırmak istiyordu.
Tonyukuk, itiraz etti: "Bunlar olmamalı. Biz, ömrünü, sulu ve otlu
bozkırlarda geçiren bir milletiz. Bu hayat, bizi daima bir harp
egzersizi içinde tutmaktadır. Gök-Türklerin sayısı, Çinlilerin yüzde
biri bile değildir. Başarılarımız, yaşayış tarzımızdan ileri gelir.
Kuvvetli zamanlarımızda ordular sevk eder, akınlar yaparız. Zayıf isek,
bozkırlara çekilir, mücadele ederiz. Eğer, kale ve surlar içine
kapanırsak, T'ang orduları bizi kuşatır, ülkemizi kolayca istila
eder..." Bilge'nin diğer bir düşüncesi de, memlekette Budist ve Taoist
tapınaklar inşa ettirerek, bu din ve felsefeyi Türkler arasında
yaymaktı. Tonyukuk şöyle dedi: "Her ikisi de insandaki hükmetme ve
iktidar duygusunu zaafa uğratır. Kuvvet ve savaşçılık yolu, bu
değildir. Türk milleti'ni yaşatmak istiyorsak, ne bu talimlere, ne de
tapınaklara ülkemizde yer vermemeliyiz". Kaynağın (T'ang-shu) ilave
ettiğine göre, bu tavsiyelerdeki derin manâ, Gök-Türk başkentinde iyi
anlaşılmıştır. Bugün, Batılı araştırıcılar tarafından, Tonyukuk'a
"Gök-Türk Bismarck'ı" denilmektedir.

Tonyukuk öldükten sonra, hatırasına, Orhun'da Bayın-çokto mevkiinde bir
kitabe dikilmiştir (herhalde 726-727'lerde). Yalnız Türklerden kalma
bir millî tarih kaynağı olarak değil, aynı zamanda, Türk dili ve
edebiyatının uzun ve kolayca okunabilen ilk abidesi olarak da kültür
tarihinde mühim yer tutan bu kitabe metninin, bizzat Tonyukuk
tarafından kaleme alınmış olması ihtimali, Aygucı Bilge Tonyukuk'a,
Türk edebiyatının adı ve şahsiyeti bilinen ilk siması olmak şerefini
kazandırmaktadır.

731 yılında da, prens Kül Tegin öldü (27 Şubat 731). 47 yaşında idi. 7
yaşından beri, ömrünü Türk milletinin yücelmesine hasreden, cesareti,
savaşçılığı hem Türk, hem Çin vesikalarında övülen Kül Tegin'in büyük
kahramanlıklarından biri, Gök-Türk başkenti, 716'da Üç-oğuzlar
tarafından basıldığı zaman görülmüştü. Bilge Kağan anlatıyor: "Anam
hatun, büyük analarım, ablalarım, gelinlerim, prenseslerim cariye
olacaktı, ölenler yolda kalacaktı. Kül Tegin, karargâhı vermedi... O
olmasa idi, hepiniz ölecektiniz..." Ölümü, hakanlıkta büyük üzüntü
doğuran kahraman hakkında, kitabelerde şu samimî ifadeler yer almıştır
(Bilge'nin ağzından): "..Küçük kardeşim Kül Tegin öldü, görür gözüm
görmez oldu, bilir bilgim bilmez oldu... Zamanın takdiri tanrınındır.
Kişi-oğlu ölmek için yaratılmıştır. Yaslandım, gözden yaş, gönülden
feryat gelerek yanıp yakıldım... Milletimin gözü, kaşı (ağlamaktan)
fena olacak diye sakındım". Çin'de de aynı üzüntü duyulmuş, imparator,
hususî elçi ile Ötüken'e baş sağlığı mektubu göndermiş, Kül Tegin'in
hatırasına dikilecek abidede, Çince bir metnin de bulunmasını arzu
etmişti. Bilge Kağan'ın isteği ile hazırlanan Kül Tegin kitabesinin
Türkçe metnini, Hakanın ve Kül Tegin'in "atı"sı (atabey'i) Yollıg Tegin
yazmış ve 20 günde taşa kazdırmıştı. Gök-Türk tarihi, kültürü ve Türk
dil ve edebiyatı yönlerinden emsalsiz bir değer taşıyan bu kitabe ile
birlikte, Kül Tegin'in anıt-kabri ve içindeki nakış ve tasvirler
tamamlanmış ve büyük cenaze töreni, 1 Kasım 731 günü ("Koyun" yılının
9. ayının 27'si) yapılmıştır. Törene Gök-Türk halkı ve ileri
gelenlerinden başka Çin, K'i-tan, Tatabı, Tibet, İran-Soğd, Buhara,
Türgiş, Kırgız vb devlet ve kavimler, hususî heyetlerle katılmışlardır.
İki büyük yardımcısını kaybeden Bilge'nin, 734 yazında K'i-tan ve
Tata-bılara karşı Töngkes dağında kazandığı zafer dışında bir faaliyeti
görülmemektedir. 727 yılında Bilge, hakanlık hükümet üyesi (Bakan)
Mei-lu ç'o'yu Çin'e göndermiş ve imparator tarafından itina ile
ağırlanan elçinin temasları neticesinde, So-fang (Ling-çu'da) şehrinin,
Gök-Türklerle serbestçe ticaret yapılabilecek, ortak pazaryeri olması
için anlaşmaya varılmıştı. 734'de Çin'e gönderilen Türk elçisi,
Hakan'ın öteden beri üzerinde durduğu, bir Çinli prenses ile evlenme
talebini kabul etmiş olan imparatora teşekkür mektubunu götürüyordu.
Fakat bu evlenme gerçekleşmedi, çünkü Bilge yukarıda adı geçen
Buyruk-çor tarafından zehirlendi. Ölünceye kadar, başta bu nazır olmak
üzere işbirlikçilerini bertaraf eden Bilge, nihayet 25 Kasım 734'de
öldü. 50 yaşında idi. 19 sene "Şad" ve 19 yıl kağan olmuş, Çin
kaynaklarında da belirtildiği üzere, "Türk milletini çok sevmek" ile
temayüz etmiş idi. Türk milletinin ebedîliğine olan inancını, "Ey Türk
milleti, üstte gök yıkılmaz, altta yer delinmezse, devletini, töreni
kim bozabilir?" diye ifade eden ve doğuda Şantung ovasına, güneyde
Tokuz-ersin, batıda Demir Kapıya, kuzeyde Yır-bayırku sahasına kadar
seferler yaptığını hatırlatan Bilge, oğlu tarafından diktirilen
kitabede şunları söylemektedir: "... Üstte Tanrı, aşağıda yer buyurduğu
için, milletimi, gözünün görmediği, kulağının duymadığı ileri gün
doğusuna, geri gün batısına, beri gün ortasına, yukarı gece ortasına
kadar götürdüm. Altının sarısını, gümüşün beyazını, ipeğin halisini,
atın aygırını, kakımın siyahını, sincabın gökünü, milletime, Türklerime
kazandırdım". Bilge Kağan'ın ölümü, Kül Tegin'in üzüntüsü içinde
bulunan Türk halkını, büsbütün yasa boğdu. Çin imparatoru da ülkesinde
matem ilan ederek, taziyetlerini bildirdi. Bilge için bir anıt-kabir
inşasına ve bir kitabe dikilmesi hazırlığına başlandı. Metni yine
Yollıg Tegin kaleme almış ve bir ay dört günde taşa işletmişti. Çin
imparatorunun arzusu üzerine, buraya da Çince bir kitabe ilave edildi
(735). Bilge için cenaze töreni, 22 Haziran 735'de ("domuz" yılının 5.
ayının 272'si) yapıldı.

Bilge'nin ölümü üzerine, Gök-Türk hakanlığında çöküş belirtileri
kendini gösterdi. Babasının yerine tahta Tengri Han İ-yan (veya Yi-Yan)
geçti. 740 yılında Gök-Türk tahtında yine "Tengri Han" diye anılan bir
kagan vardı ve bu, Bilge'nin oğlu idi. Hakan, çocuk denecek yaşta
olduğu için, idare, annesi (Tonyukuk'un kızı) P'o-fu'nun elinde idi.
Hatun, devlete hakim olamadı, hanedan üyeleri birbirine düştü ve
huzursuzluk bütün yurda yayıldı. Durumdan faydalanan Basmıllar,
Karluklar ve Uygurlar birleştiler ve vaziyete hâkim olur olmaz, Aşına
ailesinden gelen Basmıl başbuğunu "kağan" ilan ettiler (742) ve
Gök-Türk hakanı Ozmış'ı (Wu-su-mi-şi), sonra da onun küçük kardeşi, son
Gök-Türk hakanı, Po-mei'yi öldürdüler. Bu arada müttefiklerin araları
açıldı. Basmıl başbuğu (kağan) ortadan kaldırıldı ve Uygur ilteberi
(Yabgu İlteber = Kieh-li tu-fa) kağan ilan edildi: Kutlug Bilge Kül
(745). Ötüken'de, Uygur Türk Devleti başlıyordu. Bununla beraber,
Gök-Türk çağının bazı aileleri, hattâ Tonyukuk soyundan gelenler, Uygur
devletinde ve sonraki Moğollar devrinde bile, ehemmiyetlerini muhafaza
etmiş görünmektedirler.
chatlak
chatlak
Genel Yetkili
Genel Yetkili

Kadın
Mesaj Sayısı : 1083
Nerden : Kocaeli/Gebze
Lakap : sweeti
Ruh Hali : Mükemmel Türk Arşivi Uykulu10
Rep : 70
Kayıt tarihi : 05/10/08

https://f3do.yoo7.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Mükemmel Türk Arşivi Empty Geri: Mükemmel Türk Arşivi

Mesaj tarafından chatlak C.tesi Kas. 01, 2008 1:52 am

Uygurlar (Uygur Devleti, Uygur İmparatorluğu)


Ötüken, Kansu ve Doğu Türkistan’da bir hâkanlık iki devlet kurmuş olan Türk boyu.
Uygurların anayurtları, Baykal Gölünün güneyindeki Orhun, Selenga ve
Tala nehirlerinin bulunduğu bölgedir. Bilinen tarihleri Büyük Hun
İmparatorluğu ile başlar. Tabgaçlar (386-534) devrinden sonra, beşinci
yüzyılın ikinci yarısında beylik kurdular. Göktürkler'in ilk
zamanlarında Selenga Nehri etrafında oturuyorlardı. Yedinci yüzyılın
ilk çeyreğinde Sir-Tarduşların altı kabileden meydana gelen birliğine
katıldılar. P’u-ku, Tongra, Bayırku ve Fu-lo-pu kabileleri de
Uygurların etrafında toplanarak, hep beraber Uygur adını benimsediler.
Beyleri, Erkin unvanını taşıyor ve elli bin muharip asker
çıkarabiliyorlardı. Göktürklerin zayıflamasıyla, kuvvetlendiler. Erkin
yerine İl-teber unvanını kullanmaya başladılar. İl-teber T’u-mi-tu
devrinde, Tola havâlisini alıp, güneyde Hoang-ho’ya kadar akınlar
tertip ettiler. Uygurlar, akınları neticesinde, 646’da Çin İmparatoru
tarafından da tanındılar. İl-teber T’u-mi-tu, kendini kağan ilan etti.
Uygurlar’ı Göktürkler tarzında teşkilâtlandırdı. T’u-mi-tu 648’de
Çin’in entrikalarıyla öldürülünce, yerine oğlu P’o-jon geçti. P’o-jon,
Çinlilerin on-okların başına kukla kağan yaptığı Ho-lu’yu mağlup
ederek, 656’da Taşkent yakınlarına kadar ilerledi. Uygurlar, Göktürklü
Kapagan Kağan (693-716) zamanında Göktürklere bağlandı.

Bilâhare Uygurlar, Göktürklerin iç mücadelesinden faydalanarak
toplandılar. Göktürk Devletini yıktılar. 745’te, Ötüken merkez olmak
üzere, Uygur Hakanlığını kurdular. Dokuz-Uygur Uruğu’ndan, birlik
haline geldiler. Uruklar, Çince kaynaklarda şöyle geçer; Yaglakar
(Yaglakır), Hu-tuko (Uturkar), Hu (Kürebir), Mo-ko-sik-i (Bagasıgır),
A-vu-çö (Ebirceg), ko-sa (Hazar), Hu-vu-su (Khifuzu), Yo-vu-ku
(Yagmurkar), Hi-ye-vu (Ayabire).

Bu uruklardan kurulu Uygur kabilesinin idaresi altındaki Dokuz-Oğuz
birliği de; D’u-ku (Buku), Hun (Qun), Pa-ye-ku (Bayırku), T’ung-lu
(Tongra), Sse-kie (Sıkar), K’i-pi, A-pu-sse, Ku-lun-vu-ku, A-tie
(Ediz)'dir. Dokuz Uruk’dan meydana gelen Uygur boyu, Dokuz-Oğuz boyunun
ilâvesiyle boy sayısı ona yükselerek, On-Uygur diye anılan birlik
meydana geldi. Basmıl ve Karluk boylarının katılmasıyla birlik sayısı
onbire yükseldi. Uygur Hakanlığı, her boyun başına birer bey olmak
üzere, on bir vali tarafından idare edilmekteydi.

Uygur Hakanı Kutlug Bilge Kül, Orhun kıyısında Ordu-balık şehrini
kurup, burayı merkez yaptı. Kutlug Bilge Kül, 747’de ölünce, yerine
oğlu Moyen-çor (Bayan-çor, Bilge Kağan) Uygur Kağanı oldu. Moyen-çor
(747-759), kuzeyde Kırgızlar, batıda Karluklar ve onlara yardım eden
Türgişler ve Basmıllar ayrıca Sekiz-Oğuz, Dokuz-Tatar ve Çikler ile
muharebe edip, bunları kendine bağladı. Hakimiyetini Yenisey
kaynakları, Çu-Talas havalisi, İç-Asya ve Kerulen’e kadar genişletti.
Oğullarını buralara, Yabgu, Şad unvanıyla tayin etti.

Moyen-çor, Çin üzerinde de çok tesirli oldu. Moyen-çor’a bağlı
Karluklar, Çinlilerle, İslâm dînini tebliğ için bölgeye gelen
Müslümanlar arasında yapılan Talas Meydan Muharebesi'nde (751) İslâm
ordusu tarafını tuttu. Talas Meydan Muharebesinde Çinliler, ağır
mağlubiyete uğradı. Tarım Havzası, Uygurlara geçti. Çinliler, Orta
Asya’dan çekildi. Çin’de büyük hâdiseler oldu. Annesi Türk olan
An-lu-şan adlı bir kumandan, 200.000 kişilik bir kuvvetle, Çin’in
merkezî şehirlerinden Lo-yang’ı 756’da, Ç’ang-an’ı 757’de zaptetti.
An-lu-şan, kendisini imparator ilan etti. Çinliler, bu hâdiseler
üzerine, Uygurlardan yardım istemek zorunda kaldı. Moyen-çor, Uygurları
yardıma çağıran T’ang İmparatoru Su-tsung’u destekledi. 757’de
Lo-yang’ı ve diğer merkezî şehirleri geri aldı. Çin, yılda 20.000 ton
ipek vermeyi taahhüt etti. Uygur Hakanı, İmparatorun kızıyla evlendi.
Moyen-çor (Bilge Kağan) 759’da ölünce yerine Bögü Kağan (Alp Külüg
Bilge Kağan) geçti.

Bögü Kağan, Çin’e hakim olmak niyetindeydi. Uygur Ordusu, 762’de Çin’e
sefere çıktı. Uygurların gelmesiyle Çin’deki iç mücadele sona erip,
birlik oldular. Uygur ileri harekâtı durdu. Fakat, Çin’de Uygur nüfusu
ve tesiri arttı. Çin’in merkez ve şehirlerinde pek çok Uygur, serbestçe
ticaret yapıyor, istedikleri kadar ipekli kumaş alıp, satıyorlardı.
Bögü Kağan, Tibetlilerin hücumuna uğrayan Çin’i korumak üzere, Töles
asıllı Çin kumandanı P’u-ku Huai-en’in davetiyle, 762’de Lo-yang
Seferini yaptı. Lo-yang Seferi, Tibetlilerden Çin’i kurtardıysa da,
Türk kültürünün aleyhine oldu. Bögü Kağan, Ötüken’e dönerken, Mani
dînini Türkler arasında yaymak için, dört rahibi de beraberinde
getirdi. Bögü Kağan, Manihaizm'i kabul edince, bu bozuk din, Uygurlar
ülkesinde resmî bir mahiyet kazandı. Manihaizm, hayvanî gıdâlarla
beslenmeyi yasakladığından, disiplinli ve cesur bir kavim olan
Uygurların muhariplik (savaşçılık) vasfını zayıflattı.

Bögü Kağan, Kırgızlar üzerinde de zafer kazandı. Çin’e sefer etmek
isterken, buna karşı çıkan akrabası Nazır Tang Bağa Tarkan tarafından,
779’da öldürüldü. Tang Bağa Tarkan, Alp Kutlug Bilge Kağan unvanıyla,
Uygur Hakanı oldu. Alp Kutlug Bilge Kağan (779-789), cesareti, iyi
idaresi ve yapmış olduğu kanunlarıyla tanınır. Kırgızları tekrar mağlup
etti. Çinli bir prensesle evlenince, Uygur tüccarlarının Çin’de
tahakkümlerinden doğan anlaşmazlıklar ortadan kalktı. 789’da ölmesiyle
yerine Külüg Bilge Kağan (789-790) ve sonra bunun oğlu Kutlug Böge
(790-795) hakan oldular.

Uygurlar, iktisadî ve kültürel menfaatleri sebebiyle, Çin’i eskiden
beri taarruzlardan koruyorlardı. Tibetlilerin tekrar Çin’e tecavüz
etmeleriyle, yine kuvvet yardımı gönderildiyse de, başarılı olmadı.
Kutlug Bilge Kağan, bu başarısızlık üzerine 795’te öldürüldü, yerine
Alp Kutlug geçti. Alp Kutlug Bilge Kağan (795-805), sevilen bir
kumandan ve idare adamıydı.

Külüg Bilge Kağan (805-808) zamanında, huzur devri açıldı. İktisadî
hayat gelişti. İç-Asya’nın önemli ticaret şehirlerine nüfuz edildi. Alp
Bilge Kağan’dan (808-821) sonra hakan olan Küçlüg Bilge Kağan
(821-833); Karabalasagun Kitabesini, 826’da diktirdi. Küçlüg Bilge
Kağan zamanında, Türkistan’ın doğusuna inmek isteyen Tibetliler
durduruldu. Karlukların başına yeni bir Yabgu tayin edilip, Soğd
bölgesine kadar ticarî münasebetler geliştirildi. Fakat, Uygur
ülkesinde huzursuzluk da başladı, hakan öldürüldü. Küçlüg Bilge
Kağan’dan sonra yerine geçen Alp Külüg Bilge Kağan (833-839) da,
nazırının tahrik ettiği isyanda öldürüldü.

Uygurlar, millî vasıflarına ters düşen Manihaizm tesiriyle gittikçe
gevşeyince; Yenisey bölgesinde olup, Orhun bölgesini de kontrol altında
tutan Kırgızların taarruzuna dayanamadılar. Kırgızlar, kalabalık
kuvvetleriyle, 840’ta Uygur topraklarına girdiler. Uygur başşehri
Ötüken’i zaptedip, son hakanı öldürdüler. Ötüken’de devletleri yıkılan
Uygurlar, büyük topluluklar hâlinde yurtlarını terk ettiler. Karluk
ülkesine, Çin hududuna ve daha kesif olarak da, zengin ticaret
merkezlerinin bulunduğu İç-Asya’da, Beş-balık, Turfan, Kuça sahasına
göçtüler.

Uygurların Ötüken’den göçleri, Hakan ailesine mensup, Vu-hi Tegin ve
Ngo-nic Tegin adlı iki kardeş tarafından idare edildi. Göçten sonra,
Uygur tarihinin ikinci safhası başladı. Göçü idare eden kardeşlerden
Vu-hi Tegin (841-846), kağan seçildi. Uygurlar, Kırgız ve Çin
taarruzlarına maruz kalıp, çok zarar gördüler. Bir kısmı Çin’in
tâbiiyetine girip, Kan-Çou Uygur Devleti'ni kurdular. Bir kısmı da eski
yurtlarına dönüp, Doğu Türkistan (Turfan) Uygur Devleti'ni kurdular.
Fakat, bu iki devlet de, Bozkır Türk Devletinden farklı vasıflar
taşıyorlardı. Hakimiyetlerini genişletme idealleri yoktu. Büyük siyasî
mücadelelere girmekten sakındılar. Başta, Çin hükümetleri olmak üzere,
komşularıyla dostluk ve ticarî münasebetlerini devam ettirdiler.
chatlak
chatlak
Genel Yetkili
Genel Yetkili

Kadın
Mesaj Sayısı : 1083
Nerden : Kocaeli/Gebze
Lakap : sweeti
Ruh Hali : Mükemmel Türk Arşivi Uykulu10
Rep : 70
Kayıt tarihi : 05/10/08

https://f3do.yoo7.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz