F3do
Lütfen Üye Olunuz...!!!

Join the forum, it's quick and easy

F3do
Lütfen Üye Olunuz...!!!
F3do
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Değirmenimden Mektuplar (Alphonse Daudet)

Aşağa gitmek

Değirmenimden Mektuplar (Alphonse Daudet) Empty Değirmenimden Mektuplar (Alphonse Daudet)

Mesaj tarafından chatlak Ptsi Ekim 27, 2008 1:55 am

ÖNSÖZ

"Pampérigouste'ta oturan noter Honorat Grapazi'nin önünde,
Vivette Cornille'in kocası ve Cigalières'de çiftçilikle uğraşıp yine aynı yerde oturan Bay Gaspard Mitifio,
İşbu satış senedi gereğince, Paris'te oturan ve şu anda burada bulunan
şair Bay Alphonse Daudet'ye Rhöne koyağında, Provence'ın göbeğinde,
yemyeşil çam ve meşe ağaçlarıyla kaplı bir yamaç üzerinde bulunan bir
un ve yel değirmenini, bütün hukuksal ve fiili güvenceleri altında ve
her tür borç, ayrıcalık ve tutudan uzak olarak sattığını ve teslim
eylediğini ve kanatlarının ucuna değin çıkan yabanıl asma, yosun,
biberiye ve öteki asalak bitkilerden de anlaşılacağı üzere, sözü geçen
değirmenin yirmi yılı aşkın bir zamandan beri bırakılmış ve öğütme
özelliğinden tümüyle yoksun bulunduğunu,
Buna karşın Bay Alphonse Daudet'nin sözü geçen değirmeni, kırık bulunan
büyük çarkı ve tuğlaları arasından ot biten düzlüğüyle, olduğu ve
bulunduğu gibi isteğine ve şairlik çalışmasına uygun olduğunu
belirterek satıcıya karşı hiçbir vazgeçme hakkı olamamak ve yapılması
olası onarım için yararı ve hasarı kendisinin olmak koşuluyla kabul
ettiğini,
Bu satışın iki tarafça anlaşılan fiyat üzerinden şair Bay Alphonse
Daudet tarafından noterlik yazıhanesi üstüne konan geçer akçayla hesap
edilmiş bedelin, aşağıda imzaları bulunan noterlerle tanıkların gözleri
önünde ve alındı karşılığında, Bay Mitifio tarafından tümüyle alınarak
yapılmış olduğunu,
İşbu işlemin Pampérigouste'ta, noter Honorat'nın işyerinde, fifreci
Francet Mamai ile beyaz cüppeli tövbe etmişlerin haç taşıyıcısı Quique
takma adıyla tanınan Louiset'nin yanında yapıldığını,
Ve senedin okunarak taraflar ve noterce imzalandığını..."

YERLEŞME

Buna en çok şaşanlar tavşanlar oldu! Değirmenin kapısını kapalı ve
duvarlarla öndeki düzlüğü otlar bürümüş göre göre, sonunda
değirmencilerin kökü kurudu sanmışlar ve yeri uygun bularak, burasını
tıpkı bir karargaha, stratejik bir üse dönüştürmüşlerdi. Burası sanki
tavşanların Jemmapes değirmeni olmuştu. Geldiğim gün, bunlardan,
abartısız yirmi kadarı, çepeçevre düzlüğe oturmuş, ön ayaklarını ay
ışığına uzatıp ısınmaktaydılar. Pencereyi aralar aralamaz, fırt! Bütün
ordugah bozguna uğradı ve kuyruk havada, bütün o küçük beyaz kıçlar,
haydi fundalığa. Umarım, yine gelirler.
Beni görünce şaşıranlardan biri de, yirmi yıldan beri değirmende
oturan, birinci katın kiracısı, düşünür tavırlı, yaşlı ve korkunç bir
baykuş oldu. Kendisini yukarıki odada, ana milin üstünde, sıva ve
kiremit parçaları arasında dimdik ve kıpırtısız buldum. Bana yuvarlak
gözleriyle bir an baktı, sonra beni yabancı bulmuş olacak ki, "Hu! Hu!"
demeye ve tozdan kurşuni bir renk almış kanatlarını güçlükle çırpmaya
başladı. Ah, bu düşünürler! Fırça nedir, bilmezler!... Neyse, bu
kırpışık gözlü ve asık yüzlü sessiz kiracı, bu haliyle hepsinden çok
hoşuma gitti. Ben de hemen kira sözleşmesini yeniledim. Eskisi gibi
değirmenin bütün üst katı, çatıdaki girişiyle birlikte, onun olacak.
Bana da alt kattaki beyaz badanalı, tıpkı bir manastır yemekhanesi gibi
basık ve kemerli küçük oda kalıyor.
***
İşte size oradan yazıyorum. Kapım ardına dek açık, çevre günlük
güneşlik. Işık içinde, pırıl pırıl, güzel bir çam korusu, karşımda,
yamacın eteklerine uzanıyor... Ufukta Küçük Alpler'in zarif tepeleri
beliriyor... Çıt yok... Ancak uzaktan uzağa bir kaval sesi, lavanta
çiçekleri arasından bir kurlinin ötüşü, yoldan da bir katır
çıngırağı... Bütün bu güzel Provence görünümü, ancak ışıkla can buluyor.
Artık, nasıl olur da ben, sizin o gürültülü ve karanlık Parisinizi
özlerim! Değirmenimden öyle hoşnutum ki! Burası tam istediğim gibi,
gazetelerden, paytonlardan, sisten fersah fersah uzakta, güzel kokulu,
ılık bir köşe! Çevremde ne güzel şeyler var! Henüz yerleşeli sekiz gün
olmadan, içim anı ve izlenimlerle dolup taşıyor... Bakın, daha dün
akşam yamacın eteğindeki bir çiftliğe sürülerin dönüşünü seyrettim.
Vallahi bu hafta içinde Paris tiyatrolarında taze taze gördüğünüz bütün
o oyunlara bu görünümü değişmem. Siz hak verin!
Şunu bilin ki, Provence'ta sıcaklar başlayınca, davarı Alplere
göndermek görenektir. Hayvanlar ve insanlar bir arada, yukarıda açık
havada, bellerine değin ota gömülü, beş altı ay kalır; sonra, güzün ilk
serinliğinde çiftliğe inilir ve biberiye kokan boz tepeciklerde uslu
uslu otlanır. Evet, dün akşam sürüler dönüyordu; sabahtan beri çiftlik
kapısının iki kanadı da ardına dek açıktı, ağıllar taze samanla
doluydu. Herkes, saat başında, birbirine "Şimdi Eyguières'e
varmışlardır; şimdi Paradou'dadırlar," diyordu. Sonunda akşama doğru,
"İşte göründüler!" diye bağrışıldı. Artık ta uzakta, sürünün bir toz
bulutu içinde yaklaştığını görüyoruz. Sanki bütün yol sürüyle birlikte
yürüyor gibi.
Başta tos vurur gibi boynuzlarını uzatmış, yaban yaban, yaşlı koçlar
yürüyor, arkada da yavrulamışları biraz bezgin, kuzuları ayak altında,
bütün koyun sürüsü geliyordu. Sonra bir günlük kuzuları küfede sallaya
sallaya taşıyan kırmızı ponponlu katırlar, sonra dilleri bir karış
sarkmış, kan ter içinde çomarlar, daha sonra da harmani gibi
topuklarına dek inen devetüyü renginde abalarına bürünmüş iki kabadayı
çoban.
Bütün bu topluluk, keyifli keyifli önümüzden geçiyor; bir sağanak
gürültüsüyle yeri çiğneye çiğneye kapıdan içeri dalıyordu. Evdeki
telaşı görmeliydiniz! Sorguçlu ve yeşilli, yaldızlı kocaman tavuslar,
tünekleri üstünde, gelenleri tanıdılar ve korkunç bir boru sesiyle
karşıladılar. Kümes halkının uykusu başına sıçradı, herkes ayakta:
Güvercinler, beçtavukları, ördekler, hindiler, hepsi... Bütün kümes
çılgına döndü, tavuklar sabahlamayı akıllarına koymuşlar!.. Sanki her
koyun kendi postunda yabanıl bir Alp kokusu ve dağların o insanı sarhoş
eden ve zıp zıp oynatan keskin havasından biraz getirmiş.
İşte böyle bir gürültü patırtı içinde, sürü yerine yerleşiyordu. Bu
nasıl da hoş bir yerleşme. Eski yemliklerini görünce, yaşlı koçların
gözleri sulanıyor, kuzular, miniminileri, yolda doğup da çiftliği hiç
görmemiş olanları, şaşkın şaşkın, çevrelerine bakınıyorlardı.
Ama en dokunaklısı, köpeklerin haliydi: O sürünün çevresinde harıl
harıl koşup duran ve çiftlikte gözleri sürüden başka bir şey görmeyen
babacan çoban köpekleri!.. Evin köpeği, kulübesinden istediği kadar
kendilerini çağırsın, kuyunun ağzına dek soğuk suyla dolu kovası,
istediği kadar onlara işaret etsin; boşuna! Onlar, sürü ağıla
girmedikçe, küçük çit kapısının sürgüsü sürülmedikçe ve çobanlar alçak
tavanlı yemekhanede sofra başına oturmadıkça, hiçbir şeye kulak
asmıyorlar. Ancak o zaman kulübelerine girmeye razı oluyorlar ve
tiritlerini yalayıp yutarken, o kurtların dolaştığı ve ağızlarına dek
çiğle dolu kıpkırmızı, koskocaman yüksük otlarının bulunduğu karanlık
diyarda neler yaptıklarını anlatıyorlar.

BEAUCAIRE YOLCU ARABASI

Buraya geldiğim gündü. Pek öyle uzun boylu yollara düşmeden arabalığına
dönüvermek olanağı varken, sırf çok uzaklardan geliyormuş duygusunu
vermek için, yol boyunca salına salına dolaşan köhne bir salapuryaya,
yani Beaucaire yolcu arabasına binmiştim. Üst katta, arabacıdan başka,
beş kişiydik.
Önce, kısa boylu, tıknaz, kıllı, yabanıl hayvan kokan, iri gözleri kan
çanağı, kulaklarında gümüş küpelerle bir Camargue korucusu, sonra iki
Beaucaireli ekmekçiyle hamurcusu, ikisi de kıpkırmızı, tıknefes, ama
yandan bakılınca profil görkemli, sanki Vitellius'un suratı kazınmış
iki Roma madalyası... Bundan başka, en önde, arabacının yanında bir
adam... Yoo, özür dilerim; bir kasket... Ağzını açmadan, üzgün üzgün
yola bakan, tavşan derisinden kocaman bir kasket.
Bütün bu adamlar birbirlerini tanıyorlar ve hiç çekinmeden, yüksek
sesle kendi işlerinden söz ediyorlardı. Camarguelı birisi, bir çobana
yaba salladı diye, Nimes'daki sorgu yargıcının karşısına çıkarıldığını
ve oradan döndüğünü anlatıyordu. Eh, Camarguelıların kanı kaynar
doğrusu... Ya Beaucairelilerinki? Az kalsın Meryem Ana yüzünden
birbirlerini boğazlayacaklardı. Sanırım ekmekçi, Provencelıların öteden
beri "Anacık" dedikleri, hani o İsa çocuğu kollarında taşıyan Meryem
Ana'ya bağlı kilisenin bağlılarındanmış. Hamurcusuysa, tersine, erden
Meryem'e, hani kolları sarkık, ellerinden ışık saçan ve gülümseyen o
güzel betime [tasvire] adanmış yepyeni bir kilisede ilahi okurmuş. İşte
kavganın nedeni buydu. Bu iki sofu katoliğin, birbirlerine ve Meryem
Analarına sövmeleri, asıl görülecek şeydi:
- O senin erden dediğin karının maşallahı vardır!
- Haydi sen de be! Sen de anacığının turşusunu kur!
- Seninki Filistin'de az mı fındık kırdı!
- Ya seninki?.. Hah, hah, bırak şu karıyı! Kim bilir ne haltlar etmiştir. İstersen bir sor bakalım, Yusuf Neccar'a!...
Bir bıçak bıçağa gelmedikleri kalmıştı. Hani o da olsaydı, insan
kendini Napoli rıhtımlarında sanacaktı. Arabacı işe karışmasaydı, belki
de bu güzel din tartışmasının sonu kötüye varacaktı. Bereket versin
arabacıya. Beaucairelilere gülerek:
- Bırakın canım! Şu Meryem Ananızla kafa şişirmeyin! Bunlar, karı
dedikodusu, karı. Erkekler böyle şeylere karışmaz! dedi ve her şeyden
kuşkulanan bir adam tavrıyla kırbacını şaklattı. Onun bu hali, herkesi
kendisine hak verdirdi.
Tartışma kesilmişti, ama bir kez coşmuş olan ekmekçi, içinde kalanları
da şöyle bir boşaltmak istiyordu. Tuttu, köşesinde sessiz ve üzünçlü
oturup duran zavallı kaskete, alaycı bir tavırla:
- Ya senin karı, bileyci?... dedi, seninkinin Meryem Anası, hangisi?
Bu tümcede pek gülünç bir cinas olmalı ki, bütün üst kattakiler hep
birden, bastılar kahkahayı... Bileyci, gülmüyordu; sanki işitmemiş
gibiydi. Ekmekçi, bu hali görünce, bana döndü:
- Karısını bilmezsiniz, değil mi mösyö? Acayip karıdır vesselam! Beaucaire'de bir eşi daha yoktur.
Gülüşmeler arttı. Bileyci kıpırdamadı bile. Yalnız, başını kaldırmadan, yavaşça:
- Sus be ekmekçi! demekle kaldı.
Ama bu hınzır ekmekçinin susmaya hiç de gönlü yoktu, yeniden tutturdu:
- Aman Allah! Böyle bir karısı olan herifin acınacak nesi var? İnsanın
öylesiyle canı sıkılır mı hiç? Değil mi ya?.. Yosmayı her altı ayda bir
kaçırırlar. Dönüşte de size bol bol öyküler anlatır... Hem canım, öyle
karı kocalığa can kurban! Bakın, mösyö, daha evleneli bir yıl olmuştu
ki, hop, karı bir çikolata tüccarıyla İspanya'ya kapağı attı. Kocası
evinde yapayalnız kaldı. Zamanını ağlamakla, kafayı çekmekle geçirdi.
Bir zaman sonra, gördük ki yosma, İspanyol kılığında, elinde bir zilli
tef, memlekete dönmüş! Kendisine!
- Aman! dedik, saklan; herif seni öldürecek!..
Öldürmek ha!.. Allah için!.. Kuzu kuzu yine karı koca oldular. Karı tuttu, kendisine zilli tef çalmayı bile öğretti.
Yine kahkahalar koptu. Bileyci, köşesinde, yine başını kaldırmadan mırıldandı:
- Sus be ekmekçi!
Ekmekçi aldırmadı, sürdürdü konuşmasını:
- Belki de bu yosma, İspanya'dan döndükten sonra, artık hanım hanımcık
evinde oturdu, sanırsınız ha!.. Yok efendim, ne münasebet!.. Kocası işi
tatlıya bağlamıştı ya! Karı yine azdı. İspanyol'dan sonra, bir subay
peydahladı, sonra Rhône'da sandalcılık eden bir herif, daha sonra bir
çalgıcı, daha sonra... yine birisi!.. Asıl işin hoş yanı, her seferinde
aynı güldürü. Karı gitti mi, seninki ağlar; bir de dönüp geldi mi,
çektiklerini çabucak unutur. Her zaman karıyı kaçırırlar, her seferinde
herif yine kabul eder. Doğrusunu söyleyeyim, karı da karıdır ha! Lokman
hekimin ye dediği!.. Şirin, kıvrak, fıkırdak mı fıkırdak; üstelik süt
gibi bir ten, erkek gördü mü, hemen gülüveren ela ela gözler... Sözün
kısası, Parisli mösyö, Beaucaire'e yolunuz düşerse...
Zavallı bileyci, yürek paralayan bir sesle:
- Ah, sus be ekmekçi! dedi. Yalvarırım sana...
Tam o sırada araba durdu. Anglores Çiftliği'ne varmıştık,
Beucairelilerin ikisi de burada inecekti. Doğrusu, onları alıkoymak
aklımdan bile geçmedi. Hınzır ekmekçi! Çiftliğin avlusundan hâlâ
kahkahası duyuluyordu.
***
Bu adamlar gidince, arabanın üst katı boşalmıştı sanki. Camarguelı da
Arles'da indi. Arabacı yolda, atlarının yanı sıra yürüyordu. Yukarıda,
her birimiz kendi köşemizde, bileyciyle ben kalmıştım. Susuyorduk. Hava
sıcaktı, arabanın meşini sanki yanıyordu. Zaman zaman gözlerimin
kapandığını, başımın ağırlaştığını duyuyordum. Ama uyuyabilirsen uyu!
Kulağımda hep o yumuşak, o insanın içini burkan "Sus be, yalvarırım
sana!" sözü... Zavallı adam, o da uyumuyordu. Arkadan, koca omuzlarının
ürperdiğini, elinin, o solgun ve kaba elinin yaşlı bir adamın eli gibi
sıranın dayanılacak yerinde titrediğini görüyordum. Ağlıyordu...
Arabacı birdenbire bana:
- Parisli, geldik artık! diye seslendi. Kırbacıın ucuyla da, üstünde
kocaman bir kelebek gibi iğnelenmiş değirmeniyle bizim tepeyi
gösteriyordu.
Hemen inecektim... Bileycinin yanından geçerken, şu kasketin altına bir
bakayım dedim. Gitmeden önce kendisini görmek istiyordum. Zavallı,
niyetimi anlamış gibi, birdenbire başını kaldırdı ve gözlerini
gözlerime dikti. Boğuk bir sesle:
- Bana iyi bak, arkadaş! dedi, günün birinde Beaucaire'de bir cinayet
olduğunu duyacak olursan, hiç çekinmeden katilin kim olduğunu biliyorum
diyebilirsin!
Yüzü küçücük solgun gözleriyle, nasıl da sönük ve üzünçlüydü. Bu
gözler, yaş içindeydi, ama bu seste kin vardı. Kin, zayıfların
öfkesi!.. Karısı olsaydım, kendisinden sakınırdım!


chatlak
chatlak
Genel Yetkili
Genel Yetkili

Kadın
Mesaj Sayısı : 1083
Nerden : Kocaeli/Gebze
Lakap : sweeti
Ruh Hali : Değirmenimden Mektuplar (Alphonse Daudet) Uykulu10
Rep : 70
Kayıt tarihi : 05/10/08

https://f3do.yoo7.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Değirmenimden Mektuplar (Alphonse Daudet) Empty Geri: Değirmenimden Mektuplar (Alphonse Daudet)

Mesaj tarafından chatlak Ptsi Ekim 27, 2008 1:56 am

CORNILLE USTA'NIN GİZİ

Ara sıra, geceleri bizde şarap içerek vakit geçiren Francet Mamai yok
mu? Hani canım, şu yaşlı fifreci! İşte o... Geçen akşam, yirmi yıl önce
bizim değirmende geçen küçük bir köy faciasını anlattı. Adamın öyküsü
bana öyle dokundu ki, ben de size duyduklarımı olduğu gibi anlatmak
istiyorum:
Bir an düşünün sevgili okurlarım; buram buram kokan bir şarap
testisinin önüne oturmuşsunuz da, yaşlı bir fifreciyi dinliyorsunuz.
Ah efendim, bizim memleket, eskiden bugünkü gibi ölü, sesi kısılmış bir
yer değildi. Eskiden burada değirmencilik öyle işlek bir sanattı ki,
çepeçevre on fersahlık yerden, çiftlikler öğütülecek buğdayı bize
getirirlerdi. Köyü saran tepeler, yeldeğirmenleriyle kaplıydı. Sağda,
solda, mistral (*) esince çamların üstünden, dönen kanatlarla, yollar
boyunca inip çıkan çuval yüklü eşek katarlarından başka bir şey
görülmezdi. Bütün hafta, yukarıdan gelen kırbaç seslerini, kanat
tıkırtısını, değirmenci çıraklarının deh-çüşünü dinlemek, ne hoştu!...
Pazarları, öbek öbek, değirmenlere giderdik. Yukarıda değirmenciler,
bize şarap sunarlardı. Hele değirmenci kızları! Dantelalı atkıları ve
altın haçlarıyla, kraliçeler gibi güzeldiler. Ben de fifremi
getirirdim; gece oluncaya dek dans edilirdi. Değirmenciler, bizim
memleketin şenliği, zenginliğiydi.
Ne yazık ki, Parisli birkaç Fransızın aklına, Tarascon yolu üzerinde
bir un fabrikası kurmak geldi. Bilirsiniz ya, eskinin alıcısı olmaz,
derler. Bizimkiler de buğdaylarını fabrikaya göndermeye başladılar.
Zavallı yel değirmenleri, böylece işsiz kaldı. Başlangıçta, bir süre
dayanmaya yeltendiler; ama fabrika daha güçlü çıktı ve hepsine topu
attırdı... Artık o küçücük eşekler gelmez oldu... Güzel değirmenci
kızları, altın haçlarını sattılar... Ne şarap kaldı, ne de dans...
İstediği kadar mistral essin, kanatlar artık dönmüyordu... Sonunda bir
gün, belediye bu yıkıntıları yerle bir ettirdi ve yerlerine asmalar ve
zeytin ağaçları dikildi.
Ama bu bozgun havası içinde, bir tek değirmen kafa tutuyor ve tepenin
üstünde, fabrikacılara inat, boyuna dönüp duruyordu. Bu, Cornille
Usta'nın değirmeniydi; işte şu anda içinde bulunduğumuz değirmen!..
***
Cornille Usta, altmış yıldan beri unlar içinde yaşamış, sanatına çılgın
gibi bağlı, yaşl bir değirmenciydi. Fabrikaların kurulması onu deliye
döndürmüştü. Tam bir hafta, köyün içinde sağa sola başvurdu, halkı
başına topladı, fabrika unuyla Provence halkını zehirlemek
istediklerini bağıra çağıra söyledi, durdu. "Sakın ha, oraya gitmeyin,"
diyordu, "Bu haydutlar, un yapmak için buhar kullanıyor. Buhar şeytan
işidir. Ama ben poyrazla, mistralle çalışırım. Poyrazla mistral,
Tanrı'nın soluğudur..." Böylece yel değirmenlerini övmek için ne güzel
sözler buluyordu; buluyordu, ama kimsenin kulak astığı da yoktu.
Bunun üzerine, yaşlı adam kudurmuşa dönerek değirmenine kapandı ve
yabanıl bir hayvan gibi, tek başına yaşadı. Yanına torunu Vivette'i
bile almak istemiyordu. On beş yaşındaki bu kız çocuğunun, anası babası
öldükten sonra, dünyada ondan başka kimsesi kalmamıştı. Kızcağız,
karnını doyurmak için şurada burada, çiftliklerde ekin kaldırdı, ipek
böceklerine baktı, zeytin ağaçlarının dibini çapaladı. Oysa büyükbabası
kendisini de pek sever görünüyordu. Sık sık torununu görmek için kızgın
güneşin altında, ta kızın çalıştığı çiftliğe dek, saatlerce taban
tepiyor ve yanına gelince de, saatlerce kızın yüzüne bakarak
ağlıyordu...
Memlekette herkes, yaşlı değirmencinin, elisıkılıktan Vivette'i kapı
dışarı ettiğini sanıyordu. Torununun böyle, bir çiftlikten öbür
çiftliğe sürünüp durması, kahyaların kabalığına hedef olması, genç
hizmetçiler dünyasının her türlü yoksunluğu içinde yuvarlanıp gitmesi,
hep onun suçudur, deniyordu. Sonra Cornille Usta gibi tanınmış, o
zamana dek herkesin saydığı bir adamın, yalınayak, başında delik deşik
bir külah, sırtında lime lime bir ceket, sokaklarda dolaşması, hiç de
hoşa gitmiyordu... Öyle ki, pazarları kiliseye girdiğini görünce, biz
yaşlılar, onun hesabına utanıyorduk. Cornille, bu durumumuzu anlamıştı;
o da gelip ileri gelenlere ayrılmış olan sıraya oturmaktan çekiniyor,
kilisenin bir yanında, kutsal su kabının yanıbaşında, yoksullarla
birlikte ayakta duruyordu.
Cornille Usta'nın halinde, anlamını pek kavrayamadığımız bir şeyler
vardı yine. Epey zamandan beri, köyden kendisine kimsenin buğday
götürdüğü yoktu, ama değirmenin kanatları, yine eskisi gibi dönüp
duruyordu... Akşamları, yollarda, önüne kocaman un çuvalları yüklü
eşeğini katmış giden yaşlı değirmenciye raslayanlar çoktu. Köylüler ona:
- Akşamlar hayır olsun, Cornille Usta! diye sesleniyorlardı. Nasıl, değirmen hep dönüyor mu?
Yaşlı adam, neşeli neşeli:
- Hep dönüyor, çocuğum! diyordu. Tanrı'ya şükür, işsiz kaldığımız yok!
Bunca işi nereden bulduğu sorulunca da, parmağını dudağına götürüyor ve
pek ciddi bir tavırla, "Aman susss!" diyordu. "Dışsatım için
çalışıyorum..." Ağzından daha çoğunu kapmak olanaksızdı.
Değirmene ayak basmaya gelince, onu bir kalem geç. Vivetteciğin bile girdiği yoktu...
Önünden geçildikçe, kapının hep kapalı, kocaman kanatlarınsa hep
dönmekte olduğu görülürdü. Kocamış eşek hep alandaki çimenlerin
üzerinde otlar, pencerenin pervazında upuzun ve sıska bir kedi
güneşlenir ve gelip geçene hain hain bakardı.
Bütün bunlar, halka gizemli geliyor ve herkesin çenesini yoruyordu.
Cornille Usta'nın gizini, herkes kendine göre açıklıyordu. Ama genel
kanı, bu değirmende un çuvalından çok altın bulunduğu yolundaydı.
***
Sonunda her şey ortaya çıktı. Bakın nasıl:
Genç kızlarla delikanlıları fifre çalarak dans ettirip dururken, bir
gün, bizim oğlanların büyüğüyle Vivetteciğin birbirlerine abayı
yaktıklarını anladım. Doğrusu bu işe hiç de kızmadım, çünkü ne de olsa
Cornille adının aramızda onuru, saygınlığı vardı; hem sonra, o güzel
kızcağızın evimde keklik gibi sektiğini görmek pek hoşuma gidecekti.
Yalnız, bizim sevdalılar, birbirlerini pek sık gördükleri için, ne olur
ne olmaz, bir kaza çıkmasın diye, hemen işi yoluna koymak istedim ve
büyükbabaya konuyu çıtlatmak amacıyla değirmene yollandım. Yollandım
ama, yaşlı büyücüye kapıyı açtırmak ne mümkün! Anahtar deliğinden, zar
zor, ne için geldiğimi anlatmak istedim. Söz söylerken, o Tanrı'nın
belası sıska kedi, tepemin üstünde şeytan gibi pıhlayıp duruyordu.
Yaşlı adam sözümü bitirmeme bile zaman bırakmadı. Ağzına geleni, bağıra
çağıra söyledi durdu. Yok defolup gitmeliymişim, yok fifremle
uğraşmalıymışım, yok oğlumu hemen evlendirmek istiyorsam, un
fabrikasından kız almalıymışım... Elbette, bu kötü sözleri duyunca kan
beynime sıçradı, ama yine kendimi tuttum; bunağı değirmende bırakarak
döndüm ve çocuklara başıma gelenleri anlattım. Yavrucaklar bir türlü
inanamıyorlardı. Her ikisi de birlikte, büyükbabayla görüşmek üzere
değirmene gitmek iznini, bir iyilikmiş gibi isteyince, ben de olmaz
diyemedim. Bizim sevdalılar da, fırt, hemen uçup gittiler.
Tam yukarıya vardıkları sırada, Cornille Usta değirmenden çıkmışmış.
Kapı adamakıllı kilitliymiş, ama yaşlı adam merdivenini dışarıda
bırakmış. Hemen çocukların aklına, pencereden girip şu ünlü değirmene
bir göz atmak gelmiş...
Tuhaf şey! Değirmen taşının bulunduğu yer, bomboşmuş. Ne bir çuval, ne
bir buğday tanesi... Ne duvarlarda, ne de örümcek ağlarının üstünde
undan bir iz varmış. Değirmenlerde duyulan o sıcak öğütülmüş buğday
kokusu bile yokmuş... Ana mil toz içindeymiş ve sıska kedi, üstüne
çıkmış, uyuyormuş.
Alttaki odada da aynı durum... Kötü bir yatak, bir kaç paçavra,
merdivenin basamağı üzerinde bir parça ekmek, sonra bir köşede,
patlamış yerlerinden kireç ve alçı topakları dökülen üç, dört çuval...
İşte Cornille Usta'nın gizi buradaydı. Değirmenin onurunu kurtarmak ve
herkesi içerde buğday öğütüldüğüne inandırmak için, akşamları yollarda
dolaştırdığı şey, bu alçı ve kireç döküntüsüydü. Zavallı değirmen!
Zavallı Cornille!... Çoktan beri un fabrikaları, bütün işi ellerine
almışlardı. Kanatlar, boyuna işliyordu, ama değirmen taşı boşta
dönüyordu.
Çocuklar ağlaya ağlaya bana gördüklerini anlattılar. Onları dinledikçe,
yüreğim parçalanacak gibi oluyordu. Hemen, dakika geçirmeden, komşulara
koştum ve onlara, iki sözle konuyu anlattım. Hemen, evlerde tahıl
olarak ne varsa yükletip Cornille'in değirmenine götürmeyi
kararlaştırdık. Dediğimizi de hemen yaptık. Bütün köy halkı yola
düzüldük ve buğday (ama bu kez gerçek buğday) yüklü bir eşek kervanıyla
yukarıya vardık.
Değirmenin kapıları ardına dek açıktı... Cornille Usta kapının önünde,
bir alçı çuvalının üstüne oturmuş, başını elleri arasına almış, ağlayıp
duruyordu. Değirmene döndüğü zaman, kendisi yokken içeriye girdiklerini
ve o üzücü gizi öğrendiklerini anlamıştı.
- Vah zavallı ben! diyordu, artık ölmekten başka umarım kalmadı... Değirmenin onuru bitti!
Değirmenine türlü türlü adlar takıp, ona bir insanmış gibi söz söyleyerek, yürekleri paralayan hıçkırıklarla durmadan ağlıyordu.
Bu sırada eşekler, değirmenin önündeki düzlüğe varmışlardı; biz de, o eski zamanlarda olduğu gibi, var gücümüzle:
- Hey değirmenci! Hey, Cornille Usta! diye bağrışmaya başladık.
Hemen çuvallar kapının önüne yığıldı ve altın gibi buğday taneleri, her yandan yerlere döküldü.
Cornille Usta'nın gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Buruşuk elinin avucuna buğday doldurmuş, hem gülüyor, hem ağlıyor, hem de:
- Buğday bu! Tanrım! diyordu, hem de iyisinden. Bırakın da seyredeyim.
Sonra bize dönerek:
- Ah, yine bana geleceğinizi biliyordum, diyordu. Bütün bu un fabrikalarındaki herifler hırsızdır.
Kendisini omzumuza alarak alayla köye götürmek istiyorduk:
- Hayır, olmaz çocuklarım, diyordu. Her şeyden önce gidip değirmenime
besinini vereyim. Ne zamandan beri ağzına bir lokma girmedi.
Zavallı yaşlı adamın, bir yandan çuvalları boşaltmak, bir yandan da
unun incecik beyaz tozu tavana yükselirken değirmentaşını yönetmek için
bir sağa, bir sola çırpınıp durduğunu gördükçe, hepimizin gözleri
doluyordu.
Kendimizi övmek gibi olmasın, ama o günden sonra, yaşlı değirmenciyi
hiç işsiz bırakmadık. Sonunda, bir sabah Cornille Usta öldü ve bizim
son yeldeğirmenimizin kanatları bu kez sonsuza dek durdu... Cornille
ölünce, kimse onun yerine geçmedi. Ne yaparsınız efendim! Bu dünyada
her şeyin bir sonu var. Rhône boyunca gidip gelen pazar kayıklarının,
kukuleteli boyun atkılarının, iri çiçekli ceketlerin modası nasıl
geçmişse, yeldeğirmenleri de artık tarihe karışmış olmalı!
chatlak
chatlak
Genel Yetkili
Genel Yetkili

Kadın
Mesaj Sayısı : 1083
Nerden : Kocaeli/Gebze
Lakap : sweeti
Ruh Hali : Değirmenimden Mektuplar (Alphonse Daudet) Uykulu10
Rep : 70
Kayıt tarihi : 05/10/08

https://f3do.yoo7.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön


 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz